Bebekler Ne Kadar Uyumalı?
1-3yaş arasındaki çocuklar günde 12-14 saat uyumahdır. Çocuklar 1 yaşlarına gelirken 18-21 ay arasında sabahlan uyandıktan bir süre sonra yeniden uyumayı bırakırlar. Bu aylarda çocuklar gün ortasında ortalama 1,5-2 saat kadar uyurlar. Bu yaş grubundaki çocukların uyku ihtiyacı ortalama 14 saat iken genellikle ortalama toplam uyku süreleri yaklaşık 10 saattir.
Bebek uyku süresi
21-36 ay arasında genellikle pek çok çocuk öğleden sonra uyuma ihtiyacı duyar. Ortalama öğle uyku süreleri de 1 ve 3 saat arasında değişir. Akşamları 19.00 ve 21.00 saatleri arası yatıp sabahları 06.00 ile 08.00 arası uyanırlar. Eğer çocuğunuz yeterince iyi uyuyup dinlenebiliyorsa gün içindeki değişikliklere kolaylıkla uyum sağlar. Ancak eğer çocuğunuzun uykuları yeterince sağlıklı değilse yaşamındaki değişikliklere uyum sağlaması oldukça zor olur. Yine bu aylar genellikle çocukların beşikte uyumaktan yatakta uyumaya başladığı aylardır. O nedenle de bu aylarda ayrılma, karanlıktan, canavarlardan korkma gibi yeni korkular geliştirebilirler. Uyku ile ilgili olabilecek olası tüm problemleri aşabilmek için mümkün olduğunca erken yaşta bir uyku düzeninin yerleşmiş olması gerekir.
3-6 yaş arasındaki çocuklar günde 10-12 saat uyumahdır. Bu yaşlarda çocuklar genellikle akşamları saat 19.00 ile 21.00 saatleri arası yatıp sabahlan saat 06.00 ile 08.00 arası uyanırlar. 3 yaşlarında hâlâ öğle uykuları devam ederken 5 yaşında genellikle öğle uykusu tamamen ortadan kalkar. 3 yaşından sonra uyku problemlerine pek rastlanmaz; çünkü ilk 3 yıl içinde çocuğun benimsediği bir uyku düzeni oluşmuştur.
Her zaman anne babaların dikkatli olmalan gereken nokta çocuklarının yeterince uyuyup dinlendiklerinden emin olmaktır. Çocuklar yuvaya ya da hazırlık sınıfına başladıklarında öğle uykusuna direnç göstermeye başlarlar. Eğer çocuğunuz geceleri daha erken yatarak öğle uykusu açığını kapatamıyorsa, öğle uykularında ısrarcı olmakta yarar vardır. Eğer çocuğunuz hazır olmadan öğle uykusunu bırakırsa bu durum çocuğun davranışlanna huzursuzluk olarak yansıyacaktır.
Pek çok başka etmenin yanı sıra çocuğunuzun uyku düzeni, uykusunun kalitesi ruh hali ve davranışları üzerinde etkilidir.
Çocuklarda Uyku Süresi
7-12 yaş arasındaki çocuklar günde 10-11 saat uyumahdır. Bu yaşlarda gerek sosyal yaşam, gerek okul yaşamı, gerekse aile içi etkinliklerden ötürü daha geç saatlerde uyunur. 12 yaş civarında genellikle çocukların uykuya gidişleri akşam 21.00 olmakla birlikte çocuktan çocuğa da değişkenlik gösterir. Ortalama gece uyku süresi dokuz saattir. 7-12 yaş arasında uyumakta zorlanan ve uykuları yeterince kaliteli olmayan çocukların okul yaşamında zorlandıkları görülür.
30 Haziran 2010 Çarşamba
Beyin Olumu Hastaligi Bulgulari
Beyin Ölümü Hastalarında Karşılaşılan Diğer Bulgular
Bu bulgular, beyin ölümü gelişen hastalarda nadiren ortaya çıkmaktadır. Ancak, bunların beyin sapı fonksiyonlarını göstermediği ve beyin ölümü tanısında herhangi bir kuşkuya neden olmaması gerektiği unutulmamalıdır.
Ekstremitelerin spontan spinal hareketleri (patolojik fleksiyon veya ekstansiyon yanıtı ile karıştırılmamalıdır)
Solunum benzeri hareketler (o-muz adduksiyonu ve elevasyonu, sırtın yay şeklini alması, tidal vo-lüm oluşturmayan interkostal genişleme)
Terleme, kızarıklık, taşikardi
Farmakolojik destek olmaksızın normal kan basıncı
Diyabetes insipitusun olmaması (normal ozmolar kontrol mekanizma)
Derin tendon refleksleri ve üçlü fleksiyon yanıtının alınması
Babinski refleksinin alınması
Beyin Ölümü Tanısını Destekleyen Laboratuar Testler
Beyin ölümü tanısı klinik olarak konur. Tanıda destekleyici testlerin kullanılması zorunlu değildir. Ancak klinik testlerin güvenilir bir şekilde uygulanamadığı veya değerlendirilemediği bazı spesifik durumlarda destekleyici testler yararlı olabilir.
Konvansiyonel Anjiografi Willis poligonu veya karotid bifur-kasyonu düzeyinden itibaren ileriye doğru intraserebral kan akımı durmuştur. Eksternal karotid sirkülasyonu devam eder ve süperior longitudinal sinüsün doluşu gecikebilir.
Elektroensefalografi (EEG) En az 30 dakika süresince elektriksel aktivitenin olmadığı veya izoelektrik hat bulgusu gösterilmelidir.
Transkraniyal Doppler Ultrasonografi
Kan akımı sinyallerinin olmaması, beyin ölümünü gösterir.
Teknesyum 99 HMPAO ile Radyonüklid Sintigrafi
Beyin ölümünde beyin parankim dokusu izotopu tutmaz (hollow skull fenomeni).
Somatosensoryel Uyarılmış Potansiyeller
Beyin sapı işitsel uyarılmış yanıtlarının izoelektrik hat olarak gözlenmesi, beyin sapı ölümünü destekler.
Beyin ölümü düşünülen bir hastada öncelikli yaklaşım; iyi bir nörolojik muayene, etyolojinin saptanması ve hasarın geri dönüşümsüz olduğunun gösterilmesi olmalıdır. Bundan sonra, beyin sapı reflekslerinin ve ağrılı uyaranlara karşı motor yanıtların olmadığı, hiper-kapniye rağmen solunumun yokluğunun gösterildiği klinik incelemeler yapılmalıdır. Nörolojik muayene, tercihen 6 saat ara ile mutlaka tekrarlanmalı ve gerekli görülen durumlarda destekleyici laboratuar testlerden olanaklara, deneyime göre en uygun olanları seçilerek uygulanmalıdır. Beyin ölümü saptandıktan sonra hastanın ailesine bilgi verilmeli ve hastanın öldüğü kesin bir ifade ile anlatılmalıdır. Transplantasyon için uygun olan hastalarda organ bağışı için gerekli girişimler yapılırken, ailesi tarafından organ bağış izni alınamayan hastaların, ailenin son ziyaretleri için yeterli bir süre ve ortam sağlanması kaydıyla tüm destek tedavileri ve mekanik ven-tilatör desteği kesilmelidir.
Bu bulgular, beyin ölümü gelişen hastalarda nadiren ortaya çıkmaktadır. Ancak, bunların beyin sapı fonksiyonlarını göstermediği ve beyin ölümü tanısında herhangi bir kuşkuya neden olmaması gerektiği unutulmamalıdır.
Ekstremitelerin spontan spinal hareketleri (patolojik fleksiyon veya ekstansiyon yanıtı ile karıştırılmamalıdır)
Solunum benzeri hareketler (o-muz adduksiyonu ve elevasyonu, sırtın yay şeklini alması, tidal vo-lüm oluşturmayan interkostal genişleme)
Terleme, kızarıklık, taşikardi
Farmakolojik destek olmaksızın normal kan basıncı
Diyabetes insipitusun olmaması (normal ozmolar kontrol mekanizma)
Derin tendon refleksleri ve üçlü fleksiyon yanıtının alınması
Babinski refleksinin alınması
Beyin Ölümü Tanısını Destekleyen Laboratuar Testler
Beyin ölümü tanısı klinik olarak konur. Tanıda destekleyici testlerin kullanılması zorunlu değildir. Ancak klinik testlerin güvenilir bir şekilde uygulanamadığı veya değerlendirilemediği bazı spesifik durumlarda destekleyici testler yararlı olabilir.
Konvansiyonel Anjiografi Willis poligonu veya karotid bifur-kasyonu düzeyinden itibaren ileriye doğru intraserebral kan akımı durmuştur. Eksternal karotid sirkülasyonu devam eder ve süperior longitudinal sinüsün doluşu gecikebilir.
Elektroensefalografi (EEG) En az 30 dakika süresince elektriksel aktivitenin olmadığı veya izoelektrik hat bulgusu gösterilmelidir.
Transkraniyal Doppler Ultrasonografi
Kan akımı sinyallerinin olmaması, beyin ölümünü gösterir.
Teknesyum 99 HMPAO ile Radyonüklid Sintigrafi
Beyin ölümünde beyin parankim dokusu izotopu tutmaz (hollow skull fenomeni).
Somatosensoryel Uyarılmış Potansiyeller
Beyin sapı işitsel uyarılmış yanıtlarının izoelektrik hat olarak gözlenmesi, beyin sapı ölümünü destekler.
Beyin ölümü düşünülen bir hastada öncelikli yaklaşım; iyi bir nörolojik muayene, etyolojinin saptanması ve hasarın geri dönüşümsüz olduğunun gösterilmesi olmalıdır. Bundan sonra, beyin sapı reflekslerinin ve ağrılı uyaranlara karşı motor yanıtların olmadığı, hiper-kapniye rağmen solunumun yokluğunun gösterildiği klinik incelemeler yapılmalıdır. Nörolojik muayene, tercihen 6 saat ara ile mutlaka tekrarlanmalı ve gerekli görülen durumlarda destekleyici laboratuar testlerden olanaklara, deneyime göre en uygun olanları seçilerek uygulanmalıdır. Beyin ölümü saptandıktan sonra hastanın ailesine bilgi verilmeli ve hastanın öldüğü kesin bir ifade ile anlatılmalıdır. Transplantasyon için uygun olan hastalarda organ bağışı için gerekli girişimler yapılırken, ailesi tarafından organ bağış izni alınamayan hastaların, ailenin son ziyaretleri için yeterli bir süre ve ortam sağlanması kaydıyla tüm destek tedavileri ve mekanik ven-tilatör desteği kesilmelidir.
Epidural Anestezi Nedir
Epidural Anestezi Nedir, Epidural Anestezi Yan etkileri
Spinal anesteziden farklı olarak epidural anestezide pozisyon ve ilacın yoğunluğunun anestezi düzeyine etkisi yoktur. Diğer etkileyen faktörler ise;
Epidural Teknik
Spinal anesteziye oranla daha zordur. Spinal anestezide beyin omurilik sıvısı gelmesi iğnenin doğru yerde olduğunu gösteren önemli bulgudur. Yanlış pozitif veya yanlış negatiflik söz konusu değildir. Epidural teknikte ise, iğnenin (Tuohy iğnesi) epidural mesafede olduğunu buradaki negatif basınçtan faydalanarak anlarız. Bunun için, ya iğnenin arkasına bir damla asarak (asılı damla yöntemi) aralığa girildiğinde damlanın içen çekilmesini, ya da iğnenin arkasına özel bir enjektör takıp sürekli bir basınç uygulayarak iğnenin itilmesi ve epidural mesafeye girildiğinde direncin kaybolmasını (direnç kaybı yöntemi) izleriz. Ancak bu yöntemler %100 güvenilir değildir, yalancı pozitiflik söz konusudur.
Epidural Aralık
Düzgün bir boşluk olmaması, septalar ve kompartmanlar içermesi verilen lokal anestezik solüsyonun düzgün dağılımını önleyebileceğinden bloğun başarı şansını azaltabilecektir. Burada doz ve solüsyonun volümü blok başarısında son derece önemlidir. Ayrıca, çok kalın olan ve miyelinli sinir lifi oranı yüksek olan S, sinir kökünde yeterli blok sağlanamayabilir.
Spinal anesteziden farklı olarak epidural anestezide pozisyon ve ilacın yoğunluğunun anestezi düzeyine etkisi yoktur. Diğer etkileyen faktörler ise;
Epidural Teknik
Spinal anesteziye oranla daha zordur. Spinal anestezide beyin omurilik sıvısı gelmesi iğnenin doğru yerde olduğunu gösteren önemli bulgudur. Yanlış pozitif veya yanlış negatiflik söz konusu değildir. Epidural teknikte ise, iğnenin (Tuohy iğnesi) epidural mesafede olduğunu buradaki negatif basınçtan faydalanarak anlarız. Bunun için, ya iğnenin arkasına bir damla asarak (asılı damla yöntemi) aralığa girildiğinde damlanın içen çekilmesini, ya da iğnenin arkasına özel bir enjektör takıp sürekli bir basınç uygulayarak iğnenin itilmesi ve epidural mesafeye girildiğinde direncin kaybolmasını (direnç kaybı yöntemi) izleriz. Ancak bu yöntemler %100 güvenilir değildir, yalancı pozitiflik söz konusudur.
Epidural Aralık
Düzgün bir boşluk olmaması, septalar ve kompartmanlar içermesi verilen lokal anestezik solüsyonun düzgün dağılımını önleyebileceğinden bloğun başarı şansını azaltabilecektir. Burada doz ve solüsyonun volümü blok başarısında son derece önemlidir. Ayrıca, çok kalın olan ve miyelinli sinir lifi oranı yüksek olan S, sinir kökünde yeterli blok sağlanamayabilir.
29 Haziran 2010 Salı
Cocuklarda Kabus Gorme
Çocuklarda Kâbus Görme
Çocukların rüya görmeleri doğal ve gereklidir. Kâbuslar çocuklarda kaygının varlığının habercisidir. Kâbuslar genellikle bir kitaptaki korkunç bir kahraman ya da bir çizgi film kahramanı ile ilgili görünseler de aslında daha genel bir kaygı nedeniyle ortaya çıkarlar. Anne baba arasında yaşanan bir geçimsizlik, çocuğun tanık olduğu bir tartışma kâbus görmesine neden olur.
Bazı anne babalar geceleri çocukları ağlayarak uyandıklarında ya da iyi olmadıklarında derhal çocuklarının yanına giderek onaları yatıştırma eğilimindedirler. Bazı anne babalar ise bu durumda daha yavaş hareket edebilirler. Çocuğunuz gece korku içinde ağlayarak uyandığında yapılabilecek en iyi şey yanına giderek onu yatıştırmaktır; bu genellikle işe yarar ve çocuk kolaylıkla uykuya dalar. Ertesi gün eğer çocuk gördüğü kâbusu hatırlıyorsa üzerine konuşmakta yarar vardır. Ancak çocukların büyük bölümü sabahları uyandıklarında gördükleri kâbusu hatırlamazlar ve gece yaşadıkları korkuyu atlatmaları da çabuk olur.
Bebeklerde Kabus
İki üç yaşlarındaki çocuklarda görülen bir başka şey de geceleri uykularında çığlık atıp bağırmalarıdır. Çocuğu korkutan her ne ise uyandırılmaya çalışıldığında bile o şeyi görmeye devam eder. Kendini yatıştırmak için yanına gelen ebeveynine bir taraftan uyumaya devam ederken diğer taraftan da kendisini korumak amaçlı saldırabilir. Böylesi bir durumda çocuk uyandırılmamalı, yanında kalarak nöbetin geçmesi beklenmelidir. Genellikle çocuklar böylesi bir nöbetin ardından uyanmayarak uyumaya devam ederler. Bu tür nöbetler genellikle çocuğun yaşadığı duygusal bir sorunun habercisi değildir. Bu tür nöbetlerin nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte yüksek ateş ya da yaşanan travmaların neden olduğu düşünülmektedir. Eğer bu durum düzenli olarak devam ediyorsa mutlaka doktora başvurulmalıdır.
Çocukların rüya görmeleri doğal ve gereklidir. Kâbuslar çocuklarda kaygının varlığının habercisidir. Kâbuslar genellikle bir kitaptaki korkunç bir kahraman ya da bir çizgi film kahramanı ile ilgili görünseler de aslında daha genel bir kaygı nedeniyle ortaya çıkarlar. Anne baba arasında yaşanan bir geçimsizlik, çocuğun tanık olduğu bir tartışma kâbus görmesine neden olur.
Bazı anne babalar geceleri çocukları ağlayarak uyandıklarında ya da iyi olmadıklarında derhal çocuklarının yanına giderek onaları yatıştırma eğilimindedirler. Bazı anne babalar ise bu durumda daha yavaş hareket edebilirler. Çocuğunuz gece korku içinde ağlayarak uyandığında yapılabilecek en iyi şey yanına giderek onu yatıştırmaktır; bu genellikle işe yarar ve çocuk kolaylıkla uykuya dalar. Ertesi gün eğer çocuk gördüğü kâbusu hatırlıyorsa üzerine konuşmakta yarar vardır. Ancak çocukların büyük bölümü sabahları uyandıklarında gördükleri kâbusu hatırlamazlar ve gece yaşadıkları korkuyu atlatmaları da çabuk olur.
Bebeklerde Kabus
İki üç yaşlarındaki çocuklarda görülen bir başka şey de geceleri uykularında çığlık atıp bağırmalarıdır. Çocuğu korkutan her ne ise uyandırılmaya çalışıldığında bile o şeyi görmeye devam eder. Kendini yatıştırmak için yanına gelen ebeveynine bir taraftan uyumaya devam ederken diğer taraftan da kendisini korumak amaçlı saldırabilir. Böylesi bir durumda çocuk uyandırılmamalı, yanında kalarak nöbetin geçmesi beklenmelidir. Genellikle çocuklar böylesi bir nöbetin ardından uyanmayarak uyumaya devam ederler. Bu tür nöbetler genellikle çocuğun yaşadığı duygusal bir sorunun habercisi değildir. Bu tür nöbetlerin nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte yüksek ateş ya da yaşanan travmaların neden olduğu düşünülmektedir. Eğer bu durum düzenli olarak devam ediyorsa mutlaka doktora başvurulmalıdır.
Spinal Anestezi ve Yan Etkileri
Santral Bloklar
Spinal Anestezi ve Yan Etkileri
Spinal anestezi subaraknoid aralığa lokal anestezik enjeksiyonu ile elde edilir. Küçük volümde (1-3 mi) lokal anestezik ile, vücudun genellikle umbilikus altında kalan kısmında bütün duyular bloke edilir. İşlem spinal kordun son-landığı 1. lomber vertebradan daha alt seviyelerden (L2- S,) yapılır.
Etki yeri ve mekanizması: Beyin omurilik sıvısı içine enjekte edilen lokal anestezik ilaç sinir dokusu tarafından alınarak ve damar içine absorbe olarak ortamdan uzaklaştırılır.
Lokal anestezik maddenin sinir dokusuna penetrasyonu verilen doz, yağda çözünürlük, lokal kan akımı ve doku yüzeyi ile değişir. Enjeksiyon yerinde lokal anestezik konsantrasyonu daha fazladır. Uzaklaştıkça dilüe olur. Lokal anestezik sinir oluşumlarından medulla spinalis, dorsal ganglionlar ve spinal sinirlerin dokusuna penetre olur. Medulla spinalisin dokusundaki konsantrasyonu anestezi sağlayamayacak kadar düşük bulunmuştur.
Anestezi düzeyini saptayan spi nal sinir ve dorsal ganglionlardaki kon santrasyondur. Sinir liflerinin kalınlığıı blokajda önemli rol oynar. İnce sinir lifleri daha kolay bloke olur. Bu nedenle spinal anestezinin oluşumunda önce Sempatik, sonra duyusal ve daha sonra motor blok olluşur. Sempatik blok duyusal bloğun en az 2 segnîenr üstünde, motor blok ise 2 segment alttadır.
Spinal Anestezi ve Yan Etkileri
Spinal anestezi subaraknoid aralığa lokal anestezik enjeksiyonu ile elde edilir. Küçük volümde (1-3 mi) lokal anestezik ile, vücudun genellikle umbilikus altında kalan kısmında bütün duyular bloke edilir. İşlem spinal kordun son-landığı 1. lomber vertebradan daha alt seviyelerden (L2- S,) yapılır.
Etki yeri ve mekanizması: Beyin omurilik sıvısı içine enjekte edilen lokal anestezik ilaç sinir dokusu tarafından alınarak ve damar içine absorbe olarak ortamdan uzaklaştırılır.
Lokal anestezik maddenin sinir dokusuna penetrasyonu verilen doz, yağda çözünürlük, lokal kan akımı ve doku yüzeyi ile değişir. Enjeksiyon yerinde lokal anestezik konsantrasyonu daha fazladır. Uzaklaştıkça dilüe olur. Lokal anestezik sinir oluşumlarından medulla spinalis, dorsal ganglionlar ve spinal sinirlerin dokusuna penetre olur. Medulla spinalisin dokusundaki konsantrasyonu anestezi sağlayamayacak kadar düşük bulunmuştur.
Anestezi düzeyini saptayan spi nal sinir ve dorsal ganglionlardaki kon santrasyondur. Sinir liflerinin kalınlığıı blokajda önemli rol oynar. İnce sinir lifleri daha kolay bloke olur. Bu nedenle spinal anestezinin oluşumunda önce Sempatik, sonra duyusal ve daha sonra motor blok olluşur. Sempatik blok duyusal bloğun en az 2 segnîenr üstünde, motor blok ise 2 segment alttadır.
Beyin Olumunde Tani
Beyin Ölümünde Tanı
Beyin ölümü tanısında en önemli nokta, beyin sapı fonksiyonlarının geri dönüşümsüz kaybının hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın saptanmasıdır. Beyin ölümü tanısı öncelikle klinik olarak konur.
Tanı İçin Gerekli Önkoşullar
1. Beyin Ölümüne Yol Açan Nedenin Saptanması
Ağır koma durumundaki hastaya, dikkatli bir nörolojik incelemeyi içine alacak şekilde klinik muayene yapılmalıdır. Anamnez ve muayeneye ek olarak, radyolojik görüntüleme yöntemleri (BT, MR gibi) ile genellikle beyin hasarının nedeni saptanabilmektedir. Ancak, komanın etyolojisinin belirlenememesi halinde geri dönüşümlü nedenlerin geçerli olabileceği ve beyin ölümü tanısına ilişkin bir kuşku oluşabileceği unutulmamalıdır.
2. Komanın Geri Dönüşümsüz Olduğunun Gösterilmesi
Klinik tanıda karışıklığa neden olabilecek geri dönüşümlü metabolik-en-dokrin bozukluklar, asit/baz dengesizlikleri ve ciddi elektrolit bozuklukları olan hastalar değerlendirme dışında bırakılmalıdır. Beyin ölümü yönünden değerlendirilecek hastalarda hipotermiye bağlı olarak beyin sapı refleksleri değişiklik gösterebilir. Bu nedenle rektal veya özofageal olarak da ölçülebilecek vücut iç sıcaklığı, 32°C'nin üzerinde olmalıdır. Ayrıca şok, nöromüsküler dis-fonksiyona yol açacak nedenler, ilaç en-toksikasyonu ve yüksek dozda sedatif ilaç kullanımı halinde beyin ölümüne yönelik klinik değerlendirme yapılmamalıdır.
Klinik Değerlendirme
Beyin ölümünün üç ana klinik bulgusu vardır:
1. Koma veya Yanıtsızlık
Beyin ölümü olan kişilerde, spontan veya ağrılı uyaranlara (tırnak yatağı veya supraorbital bölgeye bası) karşı se-rebral motor yanıt alınamaz. Spontan solunum yoktur. Konvülsiyon veya dis-kinezisi olan, dekortike veya deserebre postür alan hastalara beyin ölümü tanısı konulamaz. Ancak beyin ölümü olan az sayıda hastada spinal refleks olarak kabul edilen bazı hareketlere rastlanabilir:
Baş veya ekstremitelerde ağrılı uyaran verilmediği halde spontan hareket veya titreme oluşması
Alt ekstremitelerde derin tendon refleksleri, üçlü fleksör yanıtların olması
Omuzlarda elevasyon ve adduk-siyon, sırtta yaya benzer kıvrılma, interkostal kaslarda tidal volüm oluşturmayan kasılmalar görülmesi
Hasta ventilatörden ayrıldığında baş ve sırtta fleksiyon, birkaç saniye süre ile yataktan yükselme ve tekrar yatakta supin pozisyon alma şeklinde tanımlanan "Laza-rus belirtisi"nin ortaya çıkması.
Bu hareketler beyin ölümü kararında kuşkuya yol açmamalı, gerekli görüldüğü takdirde beyin ölümü tanısını destekleyici testler uygulanmalıdır.
2. Beyin Sapı Reflekslerinin Olmaması
Pupiller: Beyin ölümü geliştiğinde, pupiller parlak ışığa yanıt vermez, orta hatta, sabit ve diktedir (4-9 mm). Lokal veya sistemik olarak uygulanan yüksek doz atropin, skopolamin, sempatomimetikler, dopamin gibi ilaçların pupillerin yanıtını etkileyebileceğine ve hastaya verilmemiş olmasına dikkat edilmelidir. Maksillofasiyal travma, geçirilmiş göz operasyonlarına bağlı veya doğumsal olan pupil değişiklikleri de gözönünde bulundurulmalıdır.
Oküler hareketler: Başlıca iki test ile değerlendirilir:
a- Okülosefalik Refleks {doll's eyes): Servikal vertebra hasarı, artrit veya instabilitesi olmayan hastalara uygulanmalıdır. Hastanın başı hızlı bir şekilde orta hattan her iki yana veya çene vertikal yönde hareket ettirilir. Beyin sapı sağlam olan kişilerde, önce başın çevrildiği tarafın tersine doğru göz hareketi olur ve ardından gözler yavaş yavaş başlangıçtaki pozisyonuna geri döner. Beyin ölümünde orbita içinde göz hareketi olmaz.
b- Okülovestibüler Refleks: Timpa-nik membran sağlam olmak koşulu ile, baş 30" yüksekte iken dış kulak yoluna 50 mi buzlu su ile irrigasyon uygulanır ve 1 dakika beklenir. Beyin sapı fonksiyonel ise, her iki göz irrige edilen kulağa doğru deviye olur. Beyin ölümünde gözler hareket etmez.
Testin güvenilir olması için her iki kulak irrigasyonu arasında 5 dakika süre ile beklenmesi gereklidir.
Fasiyal motor ve duyusal yanıtlar a- Kornea refleksi: Beyin ölümünde pamukla korneaya dokunulduğunda göz kırpma hareketi olmaz.
b- Jaw refleksi: Parmakla çeneye vuru sonucu oluşan çiğneme hareketi, beyin ölümünde görülmez.
c- Supraorbital bölge, tırnak yatağı veya temporomandibular ekleme derin bası uygulandığında yüzde buruşma hareketi grimacing yoktur.
Faringeal ve trakeal refleksler
a- Posterior farinks, dil basacağı ile uyarıldıktan sonra öğürme refleksi oluşmaz.
b- Trakeal aspirasyona karşı öksürme veya bradiaritmi yanıtı gözlenmez.
3. Apne testi
Hiperkapnik uyarıya karşı persistan apne olduğunun gösterilmesi, beyin sapı fonksiyon kaybını belirleyen en önemli testtir. Ancak apne testinin yapılabilmesi için aşağıdaki koşullara uyulması gerekir:
Vücut iç sıcaklığı>36,5°C olmalı
Sistolik kan basmcı>90 mmHg olmalı
Diyabetes insipitus varsa düzeltilmeli ve mümkünse son 6 saat içerisinde pozitif sıvı dengesi sağlanmalı
Daha sora hasta pulse oksimetre ile monitörize edilir ve ventilatörden ayrılır. Test sırasında hipoksi gelişmesini önlemek için endotrakeal tüp veya tra-keotomi kanülünden bir kateter aracılığı ile 6 L/dk'dan %100 02 verilir. Yeterli ti-dal volüm oluşturacak abdominal veya torakal hareket olup olmadığı gözlenir. Apne sırasında PaC02'in dakikada 1-3 mmHg yükselmesi nedeniyle 8-10 dakika sonra arteriyel kan gazı örneği alınır ve hasta tekrar ventile edilmeye başlanır. Eğer PaCO2>60 mmHg olmasına rağmen herhangi bir spontan solunum hareketi gözlenmiyorsa, apne testi pozitiftir ve bu sonuç beyin ölümü tanısını destekler. Solunum hareketi gözlenmiş-se apne testi negatiftir.
Apne testi sırasında sistolik kan ba-smcı<90 mmHg olarak ölçülürse veya pulse oksimetre önemli bir oksijen de-satürasyonu gösterirse ve aritmi oluşursa, derhal kan gazı için arteriyel kan örneği alınarak hasta ventile edilmeye başlanır. Eğer PaC02 60 mmHg'nın üzerindeyse, apne testi pozitif kabul edilir. PaC02 60 mmHg'dan daha düşükse, destekleyici laboratuar testleri uygulanır. Klinik testlerin, birbirinden bağımsız uzman kişiler tarafından 2-24 saat arasında değişen periyodlarla tekrarlanması gereklidir.
Aşağıdaki durumlarda klinik olarak beyin ölümü tanısı konulması güçlük oluşturur. Bu durumlarda destekleyici testlere başvurulmalıdır.
1- Ağır fasiyal travma
2- Önceden var olan pupil anomalileri
3- Toksik düzeyde alınan sedatif ilaçlar, aminoglikozidler, trisiklik anti-depresanlar, antikolinerjikler, antiepi-leptik ilaçlar, kemoterapötik ajanlar ve nöromüsküler blokerler
4- Uyku apnesi veya kronik karbondioksit retansiyonu ile sonuçlanan ağır pulmoner hastalıklar
Beyin ölümü tanısında en önemli nokta, beyin sapı fonksiyonlarının geri dönüşümsüz kaybının hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın saptanmasıdır. Beyin ölümü tanısı öncelikle klinik olarak konur.
Tanı İçin Gerekli Önkoşullar
1. Beyin Ölümüne Yol Açan Nedenin Saptanması
Ağır koma durumundaki hastaya, dikkatli bir nörolojik incelemeyi içine alacak şekilde klinik muayene yapılmalıdır. Anamnez ve muayeneye ek olarak, radyolojik görüntüleme yöntemleri (BT, MR gibi) ile genellikle beyin hasarının nedeni saptanabilmektedir. Ancak, komanın etyolojisinin belirlenememesi halinde geri dönüşümlü nedenlerin geçerli olabileceği ve beyin ölümü tanısına ilişkin bir kuşku oluşabileceği unutulmamalıdır.
2. Komanın Geri Dönüşümsüz Olduğunun Gösterilmesi
Klinik tanıda karışıklığa neden olabilecek geri dönüşümlü metabolik-en-dokrin bozukluklar, asit/baz dengesizlikleri ve ciddi elektrolit bozuklukları olan hastalar değerlendirme dışında bırakılmalıdır. Beyin ölümü yönünden değerlendirilecek hastalarda hipotermiye bağlı olarak beyin sapı refleksleri değişiklik gösterebilir. Bu nedenle rektal veya özofageal olarak da ölçülebilecek vücut iç sıcaklığı, 32°C'nin üzerinde olmalıdır. Ayrıca şok, nöromüsküler dis-fonksiyona yol açacak nedenler, ilaç en-toksikasyonu ve yüksek dozda sedatif ilaç kullanımı halinde beyin ölümüne yönelik klinik değerlendirme yapılmamalıdır.
Klinik Değerlendirme
Beyin ölümünün üç ana klinik bulgusu vardır:
1. Koma veya Yanıtsızlık
Beyin ölümü olan kişilerde, spontan veya ağrılı uyaranlara (tırnak yatağı veya supraorbital bölgeye bası) karşı se-rebral motor yanıt alınamaz. Spontan solunum yoktur. Konvülsiyon veya dis-kinezisi olan, dekortike veya deserebre postür alan hastalara beyin ölümü tanısı konulamaz. Ancak beyin ölümü olan az sayıda hastada spinal refleks olarak kabul edilen bazı hareketlere rastlanabilir:
Baş veya ekstremitelerde ağrılı uyaran verilmediği halde spontan hareket veya titreme oluşması
Alt ekstremitelerde derin tendon refleksleri, üçlü fleksör yanıtların olması
Omuzlarda elevasyon ve adduk-siyon, sırtta yaya benzer kıvrılma, interkostal kaslarda tidal volüm oluşturmayan kasılmalar görülmesi
Hasta ventilatörden ayrıldığında baş ve sırtta fleksiyon, birkaç saniye süre ile yataktan yükselme ve tekrar yatakta supin pozisyon alma şeklinde tanımlanan "Laza-rus belirtisi"nin ortaya çıkması.
Bu hareketler beyin ölümü kararında kuşkuya yol açmamalı, gerekli görüldüğü takdirde beyin ölümü tanısını destekleyici testler uygulanmalıdır.
2. Beyin Sapı Reflekslerinin Olmaması
Pupiller: Beyin ölümü geliştiğinde, pupiller parlak ışığa yanıt vermez, orta hatta, sabit ve diktedir (4-9 mm). Lokal veya sistemik olarak uygulanan yüksek doz atropin, skopolamin, sempatomimetikler, dopamin gibi ilaçların pupillerin yanıtını etkileyebileceğine ve hastaya verilmemiş olmasına dikkat edilmelidir. Maksillofasiyal travma, geçirilmiş göz operasyonlarına bağlı veya doğumsal olan pupil değişiklikleri de gözönünde bulundurulmalıdır.
Oküler hareketler: Başlıca iki test ile değerlendirilir:
a- Okülosefalik Refleks {doll's eyes): Servikal vertebra hasarı, artrit veya instabilitesi olmayan hastalara uygulanmalıdır. Hastanın başı hızlı bir şekilde orta hattan her iki yana veya çene vertikal yönde hareket ettirilir. Beyin sapı sağlam olan kişilerde, önce başın çevrildiği tarafın tersine doğru göz hareketi olur ve ardından gözler yavaş yavaş başlangıçtaki pozisyonuna geri döner. Beyin ölümünde orbita içinde göz hareketi olmaz.
b- Okülovestibüler Refleks: Timpa-nik membran sağlam olmak koşulu ile, baş 30" yüksekte iken dış kulak yoluna 50 mi buzlu su ile irrigasyon uygulanır ve 1 dakika beklenir. Beyin sapı fonksiyonel ise, her iki göz irrige edilen kulağa doğru deviye olur. Beyin ölümünde gözler hareket etmez.
Testin güvenilir olması için her iki kulak irrigasyonu arasında 5 dakika süre ile beklenmesi gereklidir.
Fasiyal motor ve duyusal yanıtlar a- Kornea refleksi: Beyin ölümünde pamukla korneaya dokunulduğunda göz kırpma hareketi olmaz.
b- Jaw refleksi: Parmakla çeneye vuru sonucu oluşan çiğneme hareketi, beyin ölümünde görülmez.
c- Supraorbital bölge, tırnak yatağı veya temporomandibular ekleme derin bası uygulandığında yüzde buruşma hareketi grimacing yoktur.
Faringeal ve trakeal refleksler
a- Posterior farinks, dil basacağı ile uyarıldıktan sonra öğürme refleksi oluşmaz.
b- Trakeal aspirasyona karşı öksürme veya bradiaritmi yanıtı gözlenmez.
3. Apne testi
Hiperkapnik uyarıya karşı persistan apne olduğunun gösterilmesi, beyin sapı fonksiyon kaybını belirleyen en önemli testtir. Ancak apne testinin yapılabilmesi için aşağıdaki koşullara uyulması gerekir:
Vücut iç sıcaklığı>36,5°C olmalı
Sistolik kan basmcı>90 mmHg olmalı
Diyabetes insipitus varsa düzeltilmeli ve mümkünse son 6 saat içerisinde pozitif sıvı dengesi sağlanmalı
Daha sora hasta pulse oksimetre ile monitörize edilir ve ventilatörden ayrılır. Test sırasında hipoksi gelişmesini önlemek için endotrakeal tüp veya tra-keotomi kanülünden bir kateter aracılığı ile 6 L/dk'dan %100 02 verilir. Yeterli ti-dal volüm oluşturacak abdominal veya torakal hareket olup olmadığı gözlenir. Apne sırasında PaC02'in dakikada 1-3 mmHg yükselmesi nedeniyle 8-10 dakika sonra arteriyel kan gazı örneği alınır ve hasta tekrar ventile edilmeye başlanır. Eğer PaCO2>60 mmHg olmasına rağmen herhangi bir spontan solunum hareketi gözlenmiyorsa, apne testi pozitiftir ve bu sonuç beyin ölümü tanısını destekler. Solunum hareketi gözlenmiş-se apne testi negatiftir.
Apne testi sırasında sistolik kan ba-smcı<90 mmHg olarak ölçülürse veya pulse oksimetre önemli bir oksijen de-satürasyonu gösterirse ve aritmi oluşursa, derhal kan gazı için arteriyel kan örneği alınarak hasta ventile edilmeye başlanır. Eğer PaC02 60 mmHg'nın üzerindeyse, apne testi pozitif kabul edilir. PaC02 60 mmHg'dan daha düşükse, destekleyici laboratuar testleri uygulanır. Klinik testlerin, birbirinden bağımsız uzman kişiler tarafından 2-24 saat arasında değişen periyodlarla tekrarlanması gereklidir.
Aşağıdaki durumlarda klinik olarak beyin ölümü tanısı konulması güçlük oluşturur. Bu durumlarda destekleyici testlere başvurulmalıdır.
1- Ağır fasiyal travma
2- Önceden var olan pupil anomalileri
3- Toksik düzeyde alınan sedatif ilaçlar, aminoglikozidler, trisiklik anti-depresanlar, antikolinerjikler, antiepi-leptik ilaçlar, kemoterapötik ajanlar ve nöromüsküler blokerler
4- Uyku apnesi veya kronik karbondioksit retansiyonu ile sonuçlanan ağır pulmoner hastalıklar
28 Haziran 2010 Pazartesi
Beyin Olumu Tanisi
Yetişkinlerde Beyin Ölümü Tanısı
Beyin ölümü, korteks ve beyin sapı fonksiyonlarının geri dönüşümsüz bir şekilde kaybı ile sonuçlanan beyin hara-biyetidir. Bu durum genellikle ağır kafa travmaları, yaygın intraserebral hemo-raji veya infarktlara bağlı ortaya çıkar. Bazen de hipoksi veya hipotansiyona yol açarak beyin hasarına neden olan durumlar beyin ölümü ile sonuçlanabilir.
Tarihsel gelişime bakıldığında ölüm, hekimler tarafından "somatik ölüm" veya "kardiyak ölüm" olarak da tanımlandığı üzere; kalp atımlarının ve solunumun kalıcı bir şekilde durması olarak kabul edilmekteydi. Solunumun venti-latörler ile yapay olarak sağlanması, ilaç infüzyonları ile kalp atımlarının sürdürülmesi ve dolaşımın desteklenmesi gibi ileri medikal yaklaşımların uygulanmasına bağlı olarak beyin ölümü gelişmiş bir hasta yaşıyormuş gibi görünebilir. Uzun süreli yapay solunum ve ileri medikal yaklaşımların uygulanabildiği yoğun bakım ünitelerinin gelişmesi ve yaygınlaşması sonucu ölüm, anlık bir olay olmaktan çıkarak bir süreç içinde oluşmaya başlamıştır. Ancak, beyin ve beyin sapının ölümünü saptamak, hastanın öldüğünü saptamakla eş değerdedir. Kalp atımları süren ve solunumu yapay olarak sağlanan hastaya beyin ölümü tanısının erkenden konulması gerekliliğinin üç önemli nedeni vardır:
1- Henüz fonksiyonlarını sürdürmekte olan organların transplantasyon amacıyla değerlendirilmesine olanak sağlanması
2- Beyin ölümü kesinleşmiş hastanın ailesine sonucun bildirilmesi ve yakınlarının daha fazla yıpranmasının önüne geçilmesi
3- Ülkemizde sayısal olarak yetersiz olan yoğun bakım yataklarının kurtarı-labilecek hastaların tedavisine sunulması
Beyin ölümünün ilk kez 1959'da Mollareî tarafından tanımlanmasından sonra, çeşitli ülkeler kurallar oluşturarak yayınlamaya başlamıştır. Ölümün tanımlaması 1968 yılında yayınlanan "Harvard" bildirisi ile değişerek, beyin ölümü saptanmış hasta ölü olarak kabul edilmiştir.
Türkiye'de, 29.5.1979 tarih ve 2238 sayılı Organ ve Doku Nakli hakkındaki kanunun III. Bölüm 11. maddesi gereğince "Tıbbi Ölüm Hali" olarak ifade edilen beyin ölümü; kardiyolog, nörolog, beyin cerrahı, anesteziyoloji ve rea-nimasyon uzmanından oluşan dört kişilik hekimler kurulunca oy birliği ile saptanmaktadır. Ayrıca 20 Ağustos 1993 gün ve 21674 sayı ile Resmi Ga-zete'de yayınlanan Organ Nakil Merkezleri Yönetmeliği'ne ilave edilen Ek-l'de beyin ölümü kriterleri belirlenmiştir.
Beyin ölümü, korteks ve beyin sapı fonksiyonlarının geri dönüşümsüz bir şekilde kaybı ile sonuçlanan beyin hara-biyetidir. Bu durum genellikle ağır kafa travmaları, yaygın intraserebral hemo-raji veya infarktlara bağlı ortaya çıkar. Bazen de hipoksi veya hipotansiyona yol açarak beyin hasarına neden olan durumlar beyin ölümü ile sonuçlanabilir.
Tarihsel gelişime bakıldığında ölüm, hekimler tarafından "somatik ölüm" veya "kardiyak ölüm" olarak da tanımlandığı üzere; kalp atımlarının ve solunumun kalıcı bir şekilde durması olarak kabul edilmekteydi. Solunumun venti-latörler ile yapay olarak sağlanması, ilaç infüzyonları ile kalp atımlarının sürdürülmesi ve dolaşımın desteklenmesi gibi ileri medikal yaklaşımların uygulanmasına bağlı olarak beyin ölümü gelişmiş bir hasta yaşıyormuş gibi görünebilir. Uzun süreli yapay solunum ve ileri medikal yaklaşımların uygulanabildiği yoğun bakım ünitelerinin gelişmesi ve yaygınlaşması sonucu ölüm, anlık bir olay olmaktan çıkarak bir süreç içinde oluşmaya başlamıştır. Ancak, beyin ve beyin sapının ölümünü saptamak, hastanın öldüğünü saptamakla eş değerdedir. Kalp atımları süren ve solunumu yapay olarak sağlanan hastaya beyin ölümü tanısının erkenden konulması gerekliliğinin üç önemli nedeni vardır:
1- Henüz fonksiyonlarını sürdürmekte olan organların transplantasyon amacıyla değerlendirilmesine olanak sağlanması
2- Beyin ölümü kesinleşmiş hastanın ailesine sonucun bildirilmesi ve yakınlarının daha fazla yıpranmasının önüne geçilmesi
3- Ülkemizde sayısal olarak yetersiz olan yoğun bakım yataklarının kurtarı-labilecek hastaların tedavisine sunulması
Beyin ölümünün ilk kez 1959'da Mollareî tarafından tanımlanmasından sonra, çeşitli ülkeler kurallar oluşturarak yayınlamaya başlamıştır. Ölümün tanımlaması 1968 yılında yayınlanan "Harvard" bildirisi ile değişerek, beyin ölümü saptanmış hasta ölü olarak kabul edilmiştir.
Türkiye'de, 29.5.1979 tarih ve 2238 sayılı Organ ve Doku Nakli hakkındaki kanunun III. Bölüm 11. maddesi gereğince "Tıbbi Ölüm Hali" olarak ifade edilen beyin ölümü; kardiyolog, nörolog, beyin cerrahı, anesteziyoloji ve rea-nimasyon uzmanından oluşan dört kişilik hekimler kurulunca oy birliği ile saptanmaktadır. Ayrıca 20 Ağustos 1993 gün ve 21674 sayı ile Resmi Ga-zete'de yayınlanan Organ Nakil Merkezleri Yönetmeliği'ne ilave edilen Ek-l'de beyin ölümü kriterleri belirlenmiştir.
Cocuklarda Ruya Gorme
Çocukların rüyaları ne anlama gelir?
Rüyalardaki görüntüler sembolik olarak kişinin bilinçdışı çatışmalarını temsil eder. Kişi rüyaları aracılığıyla geçmiş yaşantıları ile şimdiki yaşantıları arasındaki ilişkiyi daha kolay kurabilir. Bu nedenle de rüyaların geçmişi ve şimdiyi buluşturması bakımından birleştirici bir işlevi de vardır.
Çocuklarda Rüya Görme
Rüyalar hafızamızda yer alan geçmiş yaşantılarımızı gündelik hayatın rutinine bağlayarak yaşamımızda bir sürekliliği sağlarlar. Bu sürekliliği biz çocukların oyunlarında görebiliriz. Çünkü çocuklar oyunlarında fantezilerini olduğu kadar rüyalarını da canlandırırlar. Çocukları anlayarak onların ruhsal çatışmalarını çözümlemek amacıyla kullanılan oyun terapisi çocuğun fantezi ve düşün-çelerini açığa çıkarması bakımından oldukça etkili bir yöntemdir.
Çocukların rüyaları ve kâbusları tıpkı oyunları gibi onların duygusal çatışma ve kaygılarını ifade etmeleri bakımından oldukça anlamlıdır. Rüyalar kimi durumlarda duygusal çatışmaların çözüme ulaşmasına da yardım ederler. Nasıl bazı çocuklar oyun oynamada zorlanırlarsa bazı çocuklar da kolaylıkla rahatlayıp uykuya dalmakta ve rüya görmekte zorlanabilirler. Yapılan araştırmalar anneleri depresyonda olan çocukların hem oyun kurmakta zorlandıklarını hem de daha çok kâbus gördüklerini göstermektedir.
Rüya uykunun REM döneminde görülür. REM, uykuda beynin en aktif olduğu dönemdir. Geçmişte bebeklerin rüya görmedikleri düşünülüyordu. Yapılan araştırmalar yalnız bebeklerin değil, yeni doğanların bile rüya gördüklerini göstermiştir. Hatta yeni doğan bir bebeğin bir ergenden daha fazla rüya gördüğü tespit edilmiştir. Doğumdan sonraki ilk iki hafta yaşamda en fazla rüyanın görüldüğü dönemdir. Bu bilgi bebeklerin doğumdan önce de rüya görüp görmedikleri sorusunu akla getirmektedir.
Bebekler anne rahminde ilk aylardan sonra uyumaya başlarlar. Anne rahmindeki bebekte 28. haftadan sonra REM uykusu dalgaları tespit edilmiştir. Bebekte, 30. hafta itibariyle de REM uykusu dalgaları ile birlikte hızlı göz hareketleri gözlemlenmiştir. Tüm bu bilgiler bebeklerin daha doğumdan önce rüya görmeye başladıklarını göstermektedir.
Bebeklerde Rüya Görme
Küçük çocuklar henüz gerçeklik ve fanteziyi birbirinden ayıramadıkları için söze rüyalarını anlatmaya başlayıp daha sonra da fantezilerini anlatarak devam edebilirler. Çocuğun rüyasındaki bir motif, daha sonra gördüğü bir çizgi film ya da yaşantı ile birleşe-bilir. Anne babaların, çocuklarının rüyalarını dinlerken bu gerçeği göz önünde bulundurmaları gerekir.
Rüyalar, çocukların iç dünyalarını yansıttığı için anne babaların çocuklarını rüyalarını anlatmaya teşvik etmelerinde yarar vardır. Anne babalar çocuklarının rüyalarını her ne kadar bir uzman gibi yorumlayamasalar da çocuklarını dinleyerek ve çocuğun rüyaları aracılığıyla anlatmaya çalıştığı duygunun adını koyarak, çocuğun kendisini anlamasına yardım edebilirler.
Rüyalardaki görüntüler sembolik olarak kişinin bilinçdışı çatışmalarını temsil eder. Kişi rüyaları aracılığıyla geçmiş yaşantıları ile şimdiki yaşantıları arasındaki ilişkiyi daha kolay kurabilir. Bu nedenle de rüyaların geçmişi ve şimdiyi buluşturması bakımından birleştirici bir işlevi de vardır.
Çocuklarda Rüya Görme
Rüyalar hafızamızda yer alan geçmiş yaşantılarımızı gündelik hayatın rutinine bağlayarak yaşamımızda bir sürekliliği sağlarlar. Bu sürekliliği biz çocukların oyunlarında görebiliriz. Çünkü çocuklar oyunlarında fantezilerini olduğu kadar rüyalarını da canlandırırlar. Çocukları anlayarak onların ruhsal çatışmalarını çözümlemek amacıyla kullanılan oyun terapisi çocuğun fantezi ve düşün-çelerini açığa çıkarması bakımından oldukça etkili bir yöntemdir.
Çocukların rüyaları ve kâbusları tıpkı oyunları gibi onların duygusal çatışma ve kaygılarını ifade etmeleri bakımından oldukça anlamlıdır. Rüyalar kimi durumlarda duygusal çatışmaların çözüme ulaşmasına da yardım ederler. Nasıl bazı çocuklar oyun oynamada zorlanırlarsa bazı çocuklar da kolaylıkla rahatlayıp uykuya dalmakta ve rüya görmekte zorlanabilirler. Yapılan araştırmalar anneleri depresyonda olan çocukların hem oyun kurmakta zorlandıklarını hem de daha çok kâbus gördüklerini göstermektedir.
Rüya uykunun REM döneminde görülür. REM, uykuda beynin en aktif olduğu dönemdir. Geçmişte bebeklerin rüya görmedikleri düşünülüyordu. Yapılan araştırmalar yalnız bebeklerin değil, yeni doğanların bile rüya gördüklerini göstermiştir. Hatta yeni doğan bir bebeğin bir ergenden daha fazla rüya gördüğü tespit edilmiştir. Doğumdan sonraki ilk iki hafta yaşamda en fazla rüyanın görüldüğü dönemdir. Bu bilgi bebeklerin doğumdan önce de rüya görüp görmedikleri sorusunu akla getirmektedir.
Bebekler anne rahminde ilk aylardan sonra uyumaya başlarlar. Anne rahmindeki bebekte 28. haftadan sonra REM uykusu dalgaları tespit edilmiştir. Bebekte, 30. hafta itibariyle de REM uykusu dalgaları ile birlikte hızlı göz hareketleri gözlemlenmiştir. Tüm bu bilgiler bebeklerin daha doğumdan önce rüya görmeye başladıklarını göstermektedir.
Bebeklerde Rüya Görme
Küçük çocuklar henüz gerçeklik ve fanteziyi birbirinden ayıramadıkları için söze rüyalarını anlatmaya başlayıp daha sonra da fantezilerini anlatarak devam edebilirler. Çocuğun rüyasındaki bir motif, daha sonra gördüğü bir çizgi film ya da yaşantı ile birleşe-bilir. Anne babaların, çocuklarının rüyalarını dinlerken bu gerçeği göz önünde bulundurmaları gerekir.
Rüyalar, çocukların iç dünyalarını yansıttığı için anne babaların çocuklarını rüyalarını anlatmaya teşvik etmelerinde yarar vardır. Anne babalar çocuklarının rüyalarını her ne kadar bir uzman gibi yorumlayamasalar da çocuklarını dinleyerek ve çocuğun rüyaları aracılığıyla anlatmaya çalıştığı duygunun adını koyarak, çocuğun kendisini anlamasına yardım edebilirler.
Periferik Sinir Sistemi Bloklari
Periferik Sinir Sistemi Blokları
Genel prensipler
Lokal Anestezik Ajan Seçimi ve Dozlar
Lokal anesteziklerin dozları uygulanan bölgenin sistemik dolaşımına göre değişir. Lokal anesteziklerin düşük konsantrasyonlarının kullanılması (örn; %1 lidokain, %0.25 bupivakain) bu solüsyonların, periferik sinir bloklarının güvenirliğini arttıran yüksek volümlerinin enjekte edilmesine olanak sağlar.
Anestezi süresini uzatmak amacıyla lokal anestezik solüsyona epinefrin (1:200.000) ilavesi önerilir. Uç noktalara uygulanan bloklar veya intravenöz rejyonal bloklarda dolaşımı bozacağından epinefrin ilavesi önerilmez.
Sinir Lokalizasyonu ve periferik sinir hastalıkları
Blok yapılacak sinirin kemiklerle veya arterlerle ilişkisinin bilinmesi, periferik sinir bloğunda başarı şansını arttırır. Daha az güvenilir işaret noktalarına dayanılarak gerçekleştirilen sinir bloğu teknikleri, lokal anestezik solüsyonun daha yüksek volümlerinin uygulanmasını veya hedeflenen sinirde parestezi oluşmasını gerektirir. Parestezi, sinir lokalizasyonunun önemli bir belirtisi olarak kabul edilir; ancak, intranöral enjeksiyondan kaçınılmalıdır. Enjeksiyon sırasında kramp ve şiddetli ağrının oluşması intranöral enjeksiyon belirtisidir, intranöral enjeksiyon söz konusu olmasa da, parestezinin oluştuğu hastalarda rezidüel nöropati olasılığı vardır. Bu nedenle günümüzde hedeflenen sinirin bulunmasında parestezi tekniği tercih edilmemektedir. Sinir stimülatörü ile parestezi oluşturmadan, yalıtılmış iğneler aracılığı ile periferik sinir yakınma düşük akımlı elektrik uyarısı uygulanması motor liflerin stimülasyonuna neden olarak sinire yakın olunduğunun belirlenmesi sağlanabilir.
Genel prensipler
Lokal Anestezik Ajan Seçimi ve Dozlar
Lokal anesteziklerin dozları uygulanan bölgenin sistemik dolaşımına göre değişir. Lokal anesteziklerin düşük konsantrasyonlarının kullanılması (örn; %1 lidokain, %0.25 bupivakain) bu solüsyonların, periferik sinir bloklarının güvenirliğini arttıran yüksek volümlerinin enjekte edilmesine olanak sağlar.
Anestezi süresini uzatmak amacıyla lokal anestezik solüsyona epinefrin (1:200.000) ilavesi önerilir. Uç noktalara uygulanan bloklar veya intravenöz rejyonal bloklarda dolaşımı bozacağından epinefrin ilavesi önerilmez.
Sinir Lokalizasyonu ve periferik sinir hastalıkları
Blok yapılacak sinirin kemiklerle veya arterlerle ilişkisinin bilinmesi, periferik sinir bloğunda başarı şansını arttırır. Daha az güvenilir işaret noktalarına dayanılarak gerçekleştirilen sinir bloğu teknikleri, lokal anestezik solüsyonun daha yüksek volümlerinin uygulanmasını veya hedeflenen sinirde parestezi oluşmasını gerektirir. Parestezi, sinir lokalizasyonunun önemli bir belirtisi olarak kabul edilir; ancak, intranöral enjeksiyondan kaçınılmalıdır. Enjeksiyon sırasında kramp ve şiddetli ağrının oluşması intranöral enjeksiyon belirtisidir, intranöral enjeksiyon söz konusu olmasa da, parestezinin oluştuğu hastalarda rezidüel nöropati olasılığı vardır. Bu nedenle günümüzde hedeflenen sinirin bulunmasında parestezi tekniği tercih edilmemektedir. Sinir stimülatörü ile parestezi oluşturmadan, yalıtılmış iğneler aracılığı ile periferik sinir yakınma düşük akımlı elektrik uyarısı uygulanması motor liflerin stimülasyonuna neden olarak sinire yakın olunduğunun belirlenmesi sağlanabilir.
27 Haziran 2010 Pazar
Yilan Bocek Akrep Sokmasi Tedavisi
Yılan Sokmaları
Dünyada 2500 cins yılan vardır. Bunlardan 200 tanesi tehlikelidir. Tehlikeleri zehirleri nedeniyle olabildiği gibi ağırlık ve güçleri ile de olabilir. En çok yaz aylarında, Bombay, Hindistan ve ABD'de, erkeklerde, çocuklarda yılan sokmaları olaylarına rastlanılmıştır. Yılda 300.000 yılan sokması vakası bildirilmektedir. Olguların 1/3'ü zehirli yılan sokmasıdır. Ülkemizde engerek yılanı çoktur. Yılanların önde ve arkada dişleri olanlar olmak üzere 2 türü vardır. Dişleri önde olanlar insanlar için tehlikelidirler. Dişleri arkada olanlar çiğnedikten sonra zehirini akıtırlar. Dişler hipo-dermik iğne gibidir. Delik dişin ön yüzüne açılır. Bir grup kasın kasılması ile dişler deriye batırılır. Daha sonra başka bir kas grubunun kasılması ile zehir kesesinden zehir akıtılır. Bu nedenle her ışınlan zehirlenmiş sayılmaz.
Yılan zehiri tüm dokuları etkileyen enzimatik kompleks proteinlerdir. Nö-rotoksik, hemorajik, trombojenik, he-molitik ve sitotoksik özellikleri vardır.
Isırılma olayından sonra devamlı ve şiddetli, yanıcı bir ağrı olur. Şişme, ödem ve kanama; ışınlan yerin altında ve üstünde ikişer delik görülür. Kaslarda fasikülasyon ve seyirmeler olur. Konuşma bozukluğu, bulantı-kusma, sen-kop-koma, terleme, taşikardi, hipotansiyon, solunum yetersizliği meydana gelir.
Tedavi çok çabuk ve vakit geçirmeden dinamik olarak yerine getirilmelidir ve 2 aşamada gerçekleştirilir:
1. Olay yerinde tedavi: Kesinlikle turnike uygulanmamalıdır. Ekstremite yüksekte tutulmalıdır. Işınlan yer yıkanmalıdır. Buz uygulanmalı, analjezik verilmelidir.
2. Hastanede tedavi: Hasta istirahate alınır ve tetanoz aşısı yapılır. İntravenöz hidrokortizon, adrenalin, antihistaminik ve yılan zehiri serumu verilir. Yılan zehiri serumu atlardan elde edilir ve buna karşı duyarlılık araştırılmalıdır. Isırık yerinden eliptoid deri çıkarılır. Ekstremitede şişlik olursa fasiotomi yapılır. Amputasyon dahi gerekebilir.
Akrep Sokmaları
Sıcak aylarda özellikle Güney Doğu bölgemizde sıklıkla görülür. Akrep ısırmaz, fakat kuyruğunu kaldırarak iğnesi ile sokar. Akrep zehiri, nörotoksikdir. Önce lokal etkiler görülür. Yanıcı bir ağrı, şişlik, iğnenin battığı yerin çevresinde renksizlik olur. Daha sonra ise sistemik etkiler görülür. Hipoestezi, uyuşukluk, uykuya meyil, konuşma bozukluğu, trismus, bulantı-kusma, idrar ve gayta tutamama, konvülziyon, koma, solunum ve dolaşım yetersizliği ve sonunda ölüm görülebilir.
Olay yerinde proksimale turnike uygulanmalı ve 5 dakika sonra turnike açılmalı, derhal hastaneye sevkedilmeli-dir. Antivenin çoğu kez gerekmez. Ama çocuk ve yaşlılarda dikkatli olmak gereklidir.
Örümcek Sokmaları
Örümceğin soktuğu yer görülmez ama soktuğu yerde uyuşturucu bir ağrı olur. Işınlan yerde kırmızı bir nokta ve etrafında hafif bir şişme görülür. Karın kaslarında rijidite olur. Bu bulgular 12-48 saat içinde ilerler. Ateş, hipertansiyon, lökositozis, idrarda albümin ve he-matüri, BOS basıncında artış olur. Tedavisinin ilk planında yapılacak buz tatbikidir. Böylelikle şişlik engellenir. Asıl etkin tedavi antiserumdur. Bu serum da atlardan elde edilir. Bu nedenle buna karşı duyarlılık araştırılmalıdır. Ana-flaksi tedavisi verilir.Yara yeri eksize edilir.
Böcek Sokmaları
Arı, karınca, sivrisinek, tatarcık, çe-çe sineği, uyuz böceği ve kene sokmaları bu gruba girer. Bunların sokmaları ağrılı olur. Ölüme bile neden olabilirler. Böcek ne kadar çok sayıda sokarsa, kişi bu zehire karşı allerjikse, yaşlı ve sağlıksızsa ölüm görülme riski yüksektir. Duyarlılarda anaflaktik şok başlıca ölüm nedenidir.
Mümkünse olguda hangi böcek tarafından sokulduğunu belirlemek gerekir. İğne cilt içindeyse çıkarılmalı,-sokulan yer su, sabun veya antiseptik solüsyon ile iyice temizlenmelidir.Soğuk tatbiki uygulanır. Anaflaktik reaksiyon olmuşsa steroid, aminofılin, adrenalin yapılmalıdır.
Dünyada 2500 cins yılan vardır. Bunlardan 200 tanesi tehlikelidir. Tehlikeleri zehirleri nedeniyle olabildiği gibi ağırlık ve güçleri ile de olabilir. En çok yaz aylarında, Bombay, Hindistan ve ABD'de, erkeklerde, çocuklarda yılan sokmaları olaylarına rastlanılmıştır. Yılda 300.000 yılan sokması vakası bildirilmektedir. Olguların 1/3'ü zehirli yılan sokmasıdır. Ülkemizde engerek yılanı çoktur. Yılanların önde ve arkada dişleri olanlar olmak üzere 2 türü vardır. Dişleri önde olanlar insanlar için tehlikelidirler. Dişleri arkada olanlar çiğnedikten sonra zehirini akıtırlar. Dişler hipo-dermik iğne gibidir. Delik dişin ön yüzüne açılır. Bir grup kasın kasılması ile dişler deriye batırılır. Daha sonra başka bir kas grubunun kasılması ile zehir kesesinden zehir akıtılır. Bu nedenle her ışınlan zehirlenmiş sayılmaz.
Yılan zehiri tüm dokuları etkileyen enzimatik kompleks proteinlerdir. Nö-rotoksik, hemorajik, trombojenik, he-molitik ve sitotoksik özellikleri vardır.
Isırılma olayından sonra devamlı ve şiddetli, yanıcı bir ağrı olur. Şişme, ödem ve kanama; ışınlan yerin altında ve üstünde ikişer delik görülür. Kaslarda fasikülasyon ve seyirmeler olur. Konuşma bozukluğu, bulantı-kusma, sen-kop-koma, terleme, taşikardi, hipotansiyon, solunum yetersizliği meydana gelir.
Tedavi çok çabuk ve vakit geçirmeden dinamik olarak yerine getirilmelidir ve 2 aşamada gerçekleştirilir:
1. Olay yerinde tedavi: Kesinlikle turnike uygulanmamalıdır. Ekstremite yüksekte tutulmalıdır. Işınlan yer yıkanmalıdır. Buz uygulanmalı, analjezik verilmelidir.
2. Hastanede tedavi: Hasta istirahate alınır ve tetanoz aşısı yapılır. İntravenöz hidrokortizon, adrenalin, antihistaminik ve yılan zehiri serumu verilir. Yılan zehiri serumu atlardan elde edilir ve buna karşı duyarlılık araştırılmalıdır. Isırık yerinden eliptoid deri çıkarılır. Ekstremitede şişlik olursa fasiotomi yapılır. Amputasyon dahi gerekebilir.
Akrep Sokmaları
Sıcak aylarda özellikle Güney Doğu bölgemizde sıklıkla görülür. Akrep ısırmaz, fakat kuyruğunu kaldırarak iğnesi ile sokar. Akrep zehiri, nörotoksikdir. Önce lokal etkiler görülür. Yanıcı bir ağrı, şişlik, iğnenin battığı yerin çevresinde renksizlik olur. Daha sonra ise sistemik etkiler görülür. Hipoestezi, uyuşukluk, uykuya meyil, konuşma bozukluğu, trismus, bulantı-kusma, idrar ve gayta tutamama, konvülziyon, koma, solunum ve dolaşım yetersizliği ve sonunda ölüm görülebilir.
Olay yerinde proksimale turnike uygulanmalı ve 5 dakika sonra turnike açılmalı, derhal hastaneye sevkedilmeli-dir. Antivenin çoğu kez gerekmez. Ama çocuk ve yaşlılarda dikkatli olmak gereklidir.
Örümcek Sokmaları
Örümceğin soktuğu yer görülmez ama soktuğu yerde uyuşturucu bir ağrı olur. Işınlan yerde kırmızı bir nokta ve etrafında hafif bir şişme görülür. Karın kaslarında rijidite olur. Bu bulgular 12-48 saat içinde ilerler. Ateş, hipertansiyon, lökositozis, idrarda albümin ve he-matüri, BOS basıncında artış olur. Tedavisinin ilk planında yapılacak buz tatbikidir. Böylelikle şişlik engellenir. Asıl etkin tedavi antiserumdur. Bu serum da atlardan elde edilir. Bu nedenle buna karşı duyarlılık araştırılmalıdır. Ana-flaksi tedavisi verilir.Yara yeri eksize edilir.
Böcek Sokmaları
Arı, karınca, sivrisinek, tatarcık, çe-çe sineği, uyuz böceği ve kene sokmaları bu gruba girer. Bunların sokmaları ağrılı olur. Ölüme bile neden olabilirler. Böcek ne kadar çok sayıda sokarsa, kişi bu zehire karşı allerjikse, yaşlı ve sağlıksızsa ölüm görülme riski yüksektir. Duyarlılarda anaflaktik şok başlıca ölüm nedenidir.
Mümkünse olguda hangi böcek tarafından sokulduğunu belirlemek gerekir. İğne cilt içindeyse çıkarılmalı,-sokulan yer su, sabun veya antiseptik solüsyon ile iyice temizlenmelidir.Soğuk tatbiki uygulanır. Anaflaktik reaksiyon olmuşsa steroid, aminofılin, adrenalin yapılmalıdır.
Cocuklar Neden Uyku Problemi Yasar
Çocuklar niçin uyku problemi yaşarlar?
Çocuk, değişik nedenlerden ötürü huzursuz, mutsuz olduğunda içinde bulunduğu duygu durumu onun ya beslenme düzeni ya uyku düzeni ya da her ikisi üzerinde etkili olabilir. Bu nedenle de anne babaların çocuklarını düşünürken üzerinde durmaları gereken en önemli iki noktadan birisi beslenme, diğeri uyku düzenidir. Eğer çocuğunuz uykuya dalmakta sorun yaşıyorsa, ya da geceleri ağlayarak uyanıyor, korktuğunu söyleyerek sizin yanınızda uyumak istiyorsa, sorunun çözümü için, varolan sorunun kendisini sadece bir 'gösterge' olarak kabul etmelisiniz. Bu 'gösterge' ile 'gösteri-len'in aslında ne olduğu üzerinde düşünmelisiniz.
Çocukları uyku problemi yaşayan anne babalar öncelikli olarak bu sorunun ne kadar zamandır var olduğu ve hangi sıklıkta ortaya çıktığına bakmalılar. Eğer çocuğunuzun uykuyla ilgili problemleri bebekliğinden itibaren varsa bu, çocuğunuzun uyku düzeninin yerleştirilmesinde geç kalındığını gösterir. Belki de anne baba farkında olmadan çocuklarının duygusal olarak büyümesini, bağımsızlaşmasını kendileri geciktirmiştir. Uyku düzeninin yerleştirilmesi konusunda evde birdenbire olmayan bazı radikal düzenlemelere gidilmesi ve bunun kararlı bir şekilde hayata geçirilmesi gerekir. Nedeni her ne olursa olsun bu geciken uyku düzeninin yerleştirilmesi için bir taraftan pratik uygulamalara gidilirken, bir taraftan da çocuğun kişiliği ve davranışları bir bütün içinde ele alınmalı, sadece uygulamada değişikliklere gitmekle yetinilmemeli, aradaki ilişki de güçlendirilmeye çalışılmalıdır.
Eğer çocuğunuzun yaşadığı uyku problemi yeni bir durum ise problemin ne zaman başladığı tespit edilerek, problemin ortaya çıktığı dönemde çocuğunuzun ya da sizin hayatınızda ne gibi değişiklerin olduğu üzerine düşünülmelidir. Bu konuda genellikle anne babalar çocukları üzerine kendilerinden bağımsız olarak düşünürler. Anne ya da baba bir süredir bir sıkıntı yaşıyor ve çocuğunun bu duygu durumundan etkilenebileceği gerçeğini gözardı ediyor olabilir. Bu da onları sorunun olası neden ya da nedenlerini bulmakta, dolayısıyla da çözüme ulaşmakta geciktirir.
Çocukların yaşadığı bir korku, hazırlıksız yaşadığı bir ayrılma deneyimi, anne babası arasında yaşanan bir tartışmaya tanık olması, anne ya da babanın sıkıntılı olması çocuğun yalnız kalmasını zorlaştırır. Yalnız kalmakta sorun yaşayan çocuk ise en çok uyumakta sorun yaşar.
Anne babaların dikkat etmeleri gereken bir başka konu da uyku problemini tek başına ele almayarak, çocuğun diğer davranışlarında da bir değişiklik olup olmadığı üzerinde durmalarıdır. Uyku problemi yaşayan çocuklar genellikle anneden ayrılmada da problem yaşarlar. Oyunları ve genel olarak davranışları huzursuzdur. Huzursuz bir ruh hali içindeki çocukla ilişki kurmaya çalışmak her zaman kolay olmaz. Çocuğun bu durumu anne babayı zorlar. Çocuk anne babasının zorlandığını, en önemlisi de çaresiz kaldığını gözlemlerse kendi kendini kontrol etmekte daha da zorlanır. Anne babanın kontrolü hep ellerinde tuttuklarını ve güçlü olduklarını gözlemlemesi çocuğun kendisini güvende hissetmesine yardım eder. Çocukla diyalog kurarken, "Biliyorum..." diye başlayan cümleler kurarak çocuğa hissettiğini düşündüğünüz duyguları tercüme etmek, hem çocuğu rahatlatacak hem de güçlü olduğunuzun mesajını verecektir.
Çocuğun rahat uyuyabilmesi için uyumaya hazırlık zamanını rahat geçirmesi, mümkün olduğunca bir seremoni şeklinde .yaşaması gerekir. Çocuk bir kargaşa, acele içinde, bir anlamda oldu bittiye getirilerek kendisini yatağında buluyorsa ya da yatağına gitmeden, uykuya hazırlanmadan televizyon karşısında uyuyakalı-yorsa gece uykusu bölünebilir. Üstelik de uykuya daldığı yerin gece uyandığı yerden başka olması onu tedirgin ederek yeniden uykuya dalmasını zorlaştırır.
Annelerin ve babaların günümüzde uzun saatler çalıştığını ve eve oldukça yorgun geldiklerini düşünecek olursak onların çocukları ile yeterince uzun ve keyifli zaman geçirmeleri, sözgelimi uyku öncesi sabırla çocuğun uykuya gidişine yardım etmeleri oldukça zordur. Ancak mümkün olduğunca, asgari ölçülerde de olsa çocukla kurulan ilişkide özenli davranmaya gerek olduğunun unutulmaması gerekir.
Çocuk, değişik nedenlerden ötürü huzursuz, mutsuz olduğunda içinde bulunduğu duygu durumu onun ya beslenme düzeni ya uyku düzeni ya da her ikisi üzerinde etkili olabilir. Bu nedenle de anne babaların çocuklarını düşünürken üzerinde durmaları gereken en önemli iki noktadan birisi beslenme, diğeri uyku düzenidir. Eğer çocuğunuz uykuya dalmakta sorun yaşıyorsa, ya da geceleri ağlayarak uyanıyor, korktuğunu söyleyerek sizin yanınızda uyumak istiyorsa, sorunun çözümü için, varolan sorunun kendisini sadece bir 'gösterge' olarak kabul etmelisiniz. Bu 'gösterge' ile 'gösteri-len'in aslında ne olduğu üzerinde düşünmelisiniz.
Çocukları uyku problemi yaşayan anne babalar öncelikli olarak bu sorunun ne kadar zamandır var olduğu ve hangi sıklıkta ortaya çıktığına bakmalılar. Eğer çocuğunuzun uykuyla ilgili problemleri bebekliğinden itibaren varsa bu, çocuğunuzun uyku düzeninin yerleştirilmesinde geç kalındığını gösterir. Belki de anne baba farkında olmadan çocuklarının duygusal olarak büyümesini, bağımsızlaşmasını kendileri geciktirmiştir. Uyku düzeninin yerleştirilmesi konusunda evde birdenbire olmayan bazı radikal düzenlemelere gidilmesi ve bunun kararlı bir şekilde hayata geçirilmesi gerekir. Nedeni her ne olursa olsun bu geciken uyku düzeninin yerleştirilmesi için bir taraftan pratik uygulamalara gidilirken, bir taraftan da çocuğun kişiliği ve davranışları bir bütün içinde ele alınmalı, sadece uygulamada değişikliklere gitmekle yetinilmemeli, aradaki ilişki de güçlendirilmeye çalışılmalıdır.
Eğer çocuğunuzun yaşadığı uyku problemi yeni bir durum ise problemin ne zaman başladığı tespit edilerek, problemin ortaya çıktığı dönemde çocuğunuzun ya da sizin hayatınızda ne gibi değişiklerin olduğu üzerine düşünülmelidir. Bu konuda genellikle anne babalar çocukları üzerine kendilerinden bağımsız olarak düşünürler. Anne ya da baba bir süredir bir sıkıntı yaşıyor ve çocuğunun bu duygu durumundan etkilenebileceği gerçeğini gözardı ediyor olabilir. Bu da onları sorunun olası neden ya da nedenlerini bulmakta, dolayısıyla da çözüme ulaşmakta geciktirir.
Çocukların yaşadığı bir korku, hazırlıksız yaşadığı bir ayrılma deneyimi, anne babası arasında yaşanan bir tartışmaya tanık olması, anne ya da babanın sıkıntılı olması çocuğun yalnız kalmasını zorlaştırır. Yalnız kalmakta sorun yaşayan çocuk ise en çok uyumakta sorun yaşar.
Anne babaların dikkat etmeleri gereken bir başka konu da uyku problemini tek başına ele almayarak, çocuğun diğer davranışlarında da bir değişiklik olup olmadığı üzerinde durmalarıdır. Uyku problemi yaşayan çocuklar genellikle anneden ayrılmada da problem yaşarlar. Oyunları ve genel olarak davranışları huzursuzdur. Huzursuz bir ruh hali içindeki çocukla ilişki kurmaya çalışmak her zaman kolay olmaz. Çocuğun bu durumu anne babayı zorlar. Çocuk anne babasının zorlandığını, en önemlisi de çaresiz kaldığını gözlemlerse kendi kendini kontrol etmekte daha da zorlanır. Anne babanın kontrolü hep ellerinde tuttuklarını ve güçlü olduklarını gözlemlemesi çocuğun kendisini güvende hissetmesine yardım eder. Çocukla diyalog kurarken, "Biliyorum..." diye başlayan cümleler kurarak çocuğa hissettiğini düşündüğünüz duyguları tercüme etmek, hem çocuğu rahatlatacak hem de güçlü olduğunuzun mesajını verecektir.
Çocuğun rahat uyuyabilmesi için uyumaya hazırlık zamanını rahat geçirmesi, mümkün olduğunca bir seremoni şeklinde .yaşaması gerekir. Çocuk bir kargaşa, acele içinde, bir anlamda oldu bittiye getirilerek kendisini yatağında buluyorsa ya da yatağına gitmeden, uykuya hazırlanmadan televizyon karşısında uyuyakalı-yorsa gece uykusu bölünebilir. Üstelik de uykuya daldığı yerin gece uyandığı yerden başka olması onu tedirgin ederek yeniden uykuya dalmasını zorlaştırır.
Annelerin ve babaların günümüzde uzun saatler çalıştığını ve eve oldukça yorgun geldiklerini düşünecek olursak onların çocukları ile yeterince uzun ve keyifli zaman geçirmeleri, sözgelimi uyku öncesi sabırla çocuğun uykuya gidişine yardım etmeleri oldukça zordur. Ancak mümkün olduğunca, asgari ölçülerde de olsa çocukla kurulan ilişkide özenli davranmaya gerek olduğunun unutulmaması gerekir.
Periferik Sinir Stimulatoru
Periferik Sinir Stimülatörü
Anestezi uygulaması sırasında sık olarak kullanılan nöromusküler bloker ajanların etkilerinin izlenmesi bazı olgularda gerekli olmaktadır. Bu amaçla bir periferik sinir stimülatörü kullanılır, Stimülatörün uyarıcı elektrotları ulnar sinir trasesi üzerine yerleştirilmiş paletlere tespit edilir. Supramaksimal düzeyde uygulanan elektriksel uyanlara başparmağın verdiği yanıtlar görsel olarak, taktil (dokunma) yöntemlerle, mekano-miyografık kayıtlarla ya da akseleras-yon yöntemi ile değerlendirilir. Böyle bir monitörizasyon ile, kas gevşekliğinin düzeyi, kas gevşekliğinin tipi (de-polarizan, nondepolarizan), idame dozunun zamanı, operasyonun bitiminde kas gevşemesinin geri dönüş zamanının değerlendirilmesi mümkün olur.
Vücut Isısı ve periferik sinir blokları
Vücut ısısında belirgin değişiklikler oluşması beklenildiğinde, hastanın vücut ısısının devamlı ölçümüne uygun ekipman sağlanmalı ve kullanılmalıdır. Soğuk operasyon odalarında gerçekleştirilen cerrahi ve anestezi sırasında, vücut ısısı genellikle 1-4°C azalır. Vücut ısısındaki bu azalma ciddi olmamakla birlikte, postoperatif uyanmayı geciktirebilir. Aynı zamanda, titremeye neden olarak hastanın oksijen gereksinimini %400 oranında arttırabilir.
Vücut ısısının monitörizasyonunda kullanılan bölgeler; özefagus, nazofa-renks, rektum, mesane ve timpanîk" membrandır. Özefagusun 1/3 alt kısmına yerleştirilen bir ısı probu (sıklıkla bir özefagial stetoskopla birlikte) santral kan ısısını doğru bir şekilde yansıtır. Nazofarengial ısı, trakeaya yerleştirilen katlı bir tüp ile respiratuvar gazların na-zofarenksi soğutması engellendiği sürece doğru olarak ölçülebilir. Nazofarenk-se bir ısı probu yerleştirildiğinde epis-taksis riski mevcuttur. Timpanik mem-bran ısısı beyni perfüze eden kanın ısısını yansıtır. Timpanik membran ısı problarının riskleri, dış kulak yolu kanaması ve timpanik membran perforas-yonudur.
Renal Fonksiyon ve periferik sinir hastalıkları
İdrar çıkışı oldukça ekonomik yöntemlerle izlenebilir. Mesane genellikle bir Foley kateteri ile kateterize edilir, çıkan idrar steril, kapalı bir sistemde toplanır ve saatlik olarak kaydedilir. Hospitalize olgularda oligüri ve anüri-nin en sık görülen nedenlerinden biri kateter tıkanması olduğundan kateter, düzenli aralıklar ile aseptik koşullarda irrige edilmelidir. Bir üretral idrar kateteri ile saatlik idrar takibinin yapılması genellikle kan volümü yeterli olan ve renal bir problemi olmayan hastalarda böbrek perfîizyonunun denetlenmesi için yeterli bir izlem yöntemidir. Akut bir travmanın resüsitasyonunda azalmış idrar çıkışı, böbrek perfîizyonunun bozulduğu veya akut renal yetersizliğin başladığı anlamına gelecektir. Bununla birlikte idrar çıkışı, şok durumlarında bile yeterli olabileceğinden her zaman yeterli bir gösterge olmayabilir. İdrar çıkışının takibi aynı zamanda hemolitik transfüzyon reaksiyonlarının ilk bulgularından olan hemoglobinürinin erken dönemde saptanmasına olanak sağlar.
Anestezi uygulaması sırasında sık olarak kullanılan nöromusküler bloker ajanların etkilerinin izlenmesi bazı olgularda gerekli olmaktadır. Bu amaçla bir periferik sinir stimülatörü kullanılır, Stimülatörün uyarıcı elektrotları ulnar sinir trasesi üzerine yerleştirilmiş paletlere tespit edilir. Supramaksimal düzeyde uygulanan elektriksel uyanlara başparmağın verdiği yanıtlar görsel olarak, taktil (dokunma) yöntemlerle, mekano-miyografık kayıtlarla ya da akseleras-yon yöntemi ile değerlendirilir. Böyle bir monitörizasyon ile, kas gevşekliğinin düzeyi, kas gevşekliğinin tipi (de-polarizan, nondepolarizan), idame dozunun zamanı, operasyonun bitiminde kas gevşemesinin geri dönüş zamanının değerlendirilmesi mümkün olur.
Vücut Isısı ve periferik sinir blokları
Vücut ısısında belirgin değişiklikler oluşması beklenildiğinde, hastanın vücut ısısının devamlı ölçümüne uygun ekipman sağlanmalı ve kullanılmalıdır. Soğuk operasyon odalarında gerçekleştirilen cerrahi ve anestezi sırasında, vücut ısısı genellikle 1-4°C azalır. Vücut ısısındaki bu azalma ciddi olmamakla birlikte, postoperatif uyanmayı geciktirebilir. Aynı zamanda, titremeye neden olarak hastanın oksijen gereksinimini %400 oranında arttırabilir.
Vücut ısısının monitörizasyonunda kullanılan bölgeler; özefagus, nazofa-renks, rektum, mesane ve timpanîk" membrandır. Özefagusun 1/3 alt kısmına yerleştirilen bir ısı probu (sıklıkla bir özefagial stetoskopla birlikte) santral kan ısısını doğru bir şekilde yansıtır. Nazofarengial ısı, trakeaya yerleştirilen katlı bir tüp ile respiratuvar gazların na-zofarenksi soğutması engellendiği sürece doğru olarak ölçülebilir. Nazofarenk-se bir ısı probu yerleştirildiğinde epis-taksis riski mevcuttur. Timpanik mem-bran ısısı beyni perfüze eden kanın ısısını yansıtır. Timpanik membran ısı problarının riskleri, dış kulak yolu kanaması ve timpanik membran perforas-yonudur.
Renal Fonksiyon ve periferik sinir hastalıkları
İdrar çıkışı oldukça ekonomik yöntemlerle izlenebilir. Mesane genellikle bir Foley kateteri ile kateterize edilir, çıkan idrar steril, kapalı bir sistemde toplanır ve saatlik olarak kaydedilir. Hospitalize olgularda oligüri ve anüri-nin en sık görülen nedenlerinden biri kateter tıkanması olduğundan kateter, düzenli aralıklar ile aseptik koşullarda irrige edilmelidir. Bir üretral idrar kateteri ile saatlik idrar takibinin yapılması genellikle kan volümü yeterli olan ve renal bir problemi olmayan hastalarda böbrek perfîizyonunun denetlenmesi için yeterli bir izlem yöntemidir. Akut bir travmanın resüsitasyonunda azalmış idrar çıkışı, böbrek perfîizyonunun bozulduğu veya akut renal yetersizliğin başladığı anlamına gelecektir. Bununla birlikte idrar çıkışı, şok durumlarında bile yeterli olabileceğinden her zaman yeterli bir gösterge olmayabilir. İdrar çıkışının takibi aynı zamanda hemolitik transfüzyon reaksiyonlarının ilk bulgularından olan hemoglobinürinin erken dönemde saptanmasına olanak sağlar.
26 Haziran 2010 Cumartesi
Santral Sinir Sistemi Monitorizasyonu
Santral Sinir Sistemi Monitörizasyonu
İntrakraniyal Basınç
Subdural mesafeye yerleştirilen bir Richmond apereyi ile veya lateral vent-riküle yerleştirilen bir kanül yardımıyla intrakraniyal basıncın sürekli ölçümü mümkündür. Her ikisi de kraniyumun lateral bölgesinde lokal anestezi altında açılan ufak burr hole yoluyla yerleştirilir. Genellikle dominant olmayan hemi-sfer seçilir. Richmond vidası genellikle duranın altına yerleştirilir ve bir basınç transduseri, kayıt ve gösterge cihazına bağlanır. Intraventriküler kanül ise daha doğru basınç değerleri verir. Bu yöntemle kültür veya kimyasal analiz amacıyla ya da intrakraniyal hipertansiyon durumlarında drenaj için beyin-omuri-lik sıvısı alınması da mümkün olur. Se-rebral ödem, intrakraniyal basıncı sürat-le artırır. Bu da baş ağrısı, bilinç kaybı, koma ve beyin ölümüne neden olabilir. Artmış intraserebral basınç sıklıkla; kapalı kafa travmaları, intrakraniyal operasyonlar, subaraknoid kanamalar veya diğer serebrovasküler olaylar, "Reye" sendromu, beyin tümörleri, menenjit ve ensefalitten sonra görülür.
Elektroensefalografi (EEG)
Elektroensefalografi, sıklıkla santral sinir sistemi defısiti olan kritik olguların özellikle semikoma veya koma durumlarında tanı amacıyla kullanılan bir yöntemdir. Ayrıca beyin ölümünün değerlendirilmesinde de kullanılır. Koma durumlarının kötüleşme sürecinde elektriksel aktivitedeki değişiklikleri izlemek için seri EEG çekimleri yapılabilir. Sürekli EEG monitörizasyonu, anestezi uygulaması ve karotid arter cerrahisi sırasında nadiren kullanılmaktadır.
Uyarılmış Potansiyeller
Uyarılmış potansiyeller, anestezi sırasında nöral yolların fonksiyonel bütünlüğünün değerlendirilmesi amacıyla uygulanan, sinir sisteminin duyusal sti-mülasyona verdiği elektrofızyolojik cevaplardır. Örneğin, somatosensoriyel uyarılmış potansiyeller mediyan sinir ve posterior tibiyal sinir gibi periferik bir siniri stimüle eden küçük elektrik akımların uygulanması ile elde edilir. Sonuçta, kaydedilen uyarılmış potansiyeller periferik sinirden başlayıp spinal kord üzerinden somatosensoriyel kortekse ulaşan nöral yolların sağlamlığını veya kesintisini yansıtır. Bu tip monitö-rizasyon özellikle skolyoz cerrahisi için anestezi alan hastalarda duyusal spinal kord yollarının bütünlüğünü değerlendirmede büyük önem taşır. Motor uyarılmış potansiyellerin monitörizasyonu ve "Wake-up" testi skolyoz cerrahisinde motor yolların hasarlanmadığını göstermek için kullanılmaktadır.
Volatil anestezikler (özelliklejoiksek konsantrasyonlarda kullanıldığında) ve hipotermi, uyarılmış potansiyellerin la-tent periyodu ve amplitüdünde, nöral is-keminin meydana getirdiklerine benzer değişiklikler oluşturabilir.
İntrakraniyal Basınç
Subdural mesafeye yerleştirilen bir Richmond apereyi ile veya lateral vent-riküle yerleştirilen bir kanül yardımıyla intrakraniyal basıncın sürekli ölçümü mümkündür. Her ikisi de kraniyumun lateral bölgesinde lokal anestezi altında açılan ufak burr hole yoluyla yerleştirilir. Genellikle dominant olmayan hemi-sfer seçilir. Richmond vidası genellikle duranın altına yerleştirilir ve bir basınç transduseri, kayıt ve gösterge cihazına bağlanır. Intraventriküler kanül ise daha doğru basınç değerleri verir. Bu yöntemle kültür veya kimyasal analiz amacıyla ya da intrakraniyal hipertansiyon durumlarında drenaj için beyin-omuri-lik sıvısı alınması da mümkün olur. Se-rebral ödem, intrakraniyal basıncı sürat-le artırır. Bu da baş ağrısı, bilinç kaybı, koma ve beyin ölümüne neden olabilir. Artmış intraserebral basınç sıklıkla; kapalı kafa travmaları, intrakraniyal operasyonlar, subaraknoid kanamalar veya diğer serebrovasküler olaylar, "Reye" sendromu, beyin tümörleri, menenjit ve ensefalitten sonra görülür.
Elektroensefalografi (EEG)
Elektroensefalografi, sıklıkla santral sinir sistemi defısiti olan kritik olguların özellikle semikoma veya koma durumlarında tanı amacıyla kullanılan bir yöntemdir. Ayrıca beyin ölümünün değerlendirilmesinde de kullanılır. Koma durumlarının kötüleşme sürecinde elektriksel aktivitedeki değişiklikleri izlemek için seri EEG çekimleri yapılabilir. Sürekli EEG monitörizasyonu, anestezi uygulaması ve karotid arter cerrahisi sırasında nadiren kullanılmaktadır.
Uyarılmış Potansiyeller
Uyarılmış potansiyeller, anestezi sırasında nöral yolların fonksiyonel bütünlüğünün değerlendirilmesi amacıyla uygulanan, sinir sisteminin duyusal sti-mülasyona verdiği elektrofızyolojik cevaplardır. Örneğin, somatosensoriyel uyarılmış potansiyeller mediyan sinir ve posterior tibiyal sinir gibi periferik bir siniri stimüle eden küçük elektrik akımların uygulanması ile elde edilir. Sonuçta, kaydedilen uyarılmış potansiyeller periferik sinirden başlayıp spinal kord üzerinden somatosensoriyel kortekse ulaşan nöral yolların sağlamlığını veya kesintisini yansıtır. Bu tip monitö-rizasyon özellikle skolyoz cerrahisi için anestezi alan hastalarda duyusal spinal kord yollarının bütünlüğünü değerlendirmede büyük önem taşır. Motor uyarılmış potansiyellerin monitörizasyonu ve "Wake-up" testi skolyoz cerrahisinde motor yolların hasarlanmadığını göstermek için kullanılmaktadır.
Volatil anestezikler (özelliklejoiksek konsantrasyonlarda kullanıldığında) ve hipotermi, uyarılmış potansiyellerin la-tent periyodu ve amplitüdünde, nöral is-keminin meydana getirdiklerine benzer değişiklikler oluşturabilir.
Cocuklarda Sik Sik Aglayarak Uyanma
Çocuklar niçin geceleri sık sık uyanırlar?
Çocuklar geceleri uykularından bazen kâbus gördükleri için bazen de anne babaları ile birlikte olmak amacıyla uyanırlar. Gece uyanmaları en sık iki ile dört yaş arasında görülür. Gece uyanan çocuğun tekrar uyuyabilmesi için genellikle ebeveyni tarafından tekrar uyutulmaya, yeniden uykuya dönebilmesi için yardıma ihtiyacı vardır.
Bebeklerde ağlayarak uyanma
Bazı anne babalar çocukları gece uyandığında yalnızca çocuklarına seslenerek uyuması çağrısında bulunurlar, bazı anne babalar çocuklarının yatağına giderek onun uyumasını beklerler, bazı anne babalar ise çocuk uyandığında yeniden uyuyabilmesi için onu yataklarına alırla . Anne babanın çözümü ne olursa olsun önemli olan tutarlı olmasıdır. Bir gece çocuklarını uyuması için yataklarına alırlarken, ertesi gece çocuklarının kendi kendine uyumasını beklememelidirler.
Geceleri çocukların uykularının bölünmesi oldukça yaygındır. İki yaşındaki çocukların %20*sinin, üç yaşındaki çocukların %14'-ünün, sekiz yaşındaki çocukların ise %8'inin geceleri uykuları bölünür. Bazı çocuklar geceleri sık sık uyanıp ağlayarak anne babalarının ilgisini isterlerken, bazı çocuklar gece boyunca bir ya da iki kez uyanıp sadece yeniden uykuya dalmakta zorluk çekebilirler. Çocukların büyük bir bölümü de gece uyanarak sessiz bir şekilde anne babalarının yataklarına gidip uykularına onların yanında devam ederler.
Çocuklar da yetişkinler gibi zaman zaman uykuya dalmakta ya da gece boyu uykuları hiç bölünmeden uyumakta zorlanabilirler. Bunun nedeni kulak iltihabı, besin alerjisi gibi fiziksel problemler olabileceği gibi, kaygı, korku, heyecan gibi nedenler de olabilir. Eğer çocuğun geceleri uyanması süreklilik gösteriyorsa burada yerleşmiş olan yanlış bir uyku alışkanlığından da söz etmek mümkündür.
Çocuğun uykularının sorunlu olması aile içinde büyük sıkıntı yaratır. Çocuğunda uyku problemi olan anne babalar yeterince uyuyamadıkları için gün içinde gergin hatta öfkeli olabilirler. Bu durum ebeveynin gün içindeki davranışlarını da etkiler. Sadece çocuğun değil ebeveynlerin de dikkatlerini toplamaları, yaptığı işe yoğunlaşmaları zorlaşır. Hoşgörüsü azalan ebeveynlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde de çatışma yaşanabilir. Genellikle anne babalar çocuklarının problemleriyle ilgili olarak birbirlerini sorumlu tutmaya hatta suçlamaya eğilimli olduklarından, çocuğun uyku probleminden anne baba arasındaki ilişki de olumsuz olarak önemli ölçüde etkilenebilir. Çocuğun uyku problemi tedavi edildikten sonra, anne babalar çok daha az stresli olurlar ve çocuklarına çok daha az kızarlar.
Çocuklarda görülen uyku problemlerinin aşılması genellikle uzun zaman alan bir süreç değildir. Problemin çözümü birkaç hafta içinde gerçekleşebilir. Uyku probleminin aşılabilmesi için anne babanın belirli bir tutum konusunda anlaşmaya varmaları gerekir. Anne ve baba birlikte ortak bir tutum belirlediklerinde ve bu tutuma uygun tutarlı davranışlar sergilediklerinde birkaç hafta içinde çocuk kendisine sunulan uyku düzenini kabul edecektir.
Çocuklar geceleri uykularından bazen kâbus gördükleri için bazen de anne babaları ile birlikte olmak amacıyla uyanırlar. Gece uyanmaları en sık iki ile dört yaş arasında görülür. Gece uyanan çocuğun tekrar uyuyabilmesi için genellikle ebeveyni tarafından tekrar uyutulmaya, yeniden uykuya dönebilmesi için yardıma ihtiyacı vardır.
Bebeklerde ağlayarak uyanma
Bazı anne babalar çocukları gece uyandığında yalnızca çocuklarına seslenerek uyuması çağrısında bulunurlar, bazı anne babalar çocuklarının yatağına giderek onun uyumasını beklerler, bazı anne babalar ise çocuk uyandığında yeniden uyuyabilmesi için onu yataklarına alırla . Anne babanın çözümü ne olursa olsun önemli olan tutarlı olmasıdır. Bir gece çocuklarını uyuması için yataklarına alırlarken, ertesi gece çocuklarının kendi kendine uyumasını beklememelidirler.
Geceleri çocukların uykularının bölünmesi oldukça yaygındır. İki yaşındaki çocukların %20*sinin, üç yaşındaki çocukların %14'-ünün, sekiz yaşındaki çocukların ise %8'inin geceleri uykuları bölünür. Bazı çocuklar geceleri sık sık uyanıp ağlayarak anne babalarının ilgisini isterlerken, bazı çocuklar gece boyunca bir ya da iki kez uyanıp sadece yeniden uykuya dalmakta zorluk çekebilirler. Çocukların büyük bir bölümü de gece uyanarak sessiz bir şekilde anne babalarının yataklarına gidip uykularına onların yanında devam ederler.
Çocuklar da yetişkinler gibi zaman zaman uykuya dalmakta ya da gece boyu uykuları hiç bölünmeden uyumakta zorlanabilirler. Bunun nedeni kulak iltihabı, besin alerjisi gibi fiziksel problemler olabileceği gibi, kaygı, korku, heyecan gibi nedenler de olabilir. Eğer çocuğun geceleri uyanması süreklilik gösteriyorsa burada yerleşmiş olan yanlış bir uyku alışkanlığından da söz etmek mümkündür.
Çocuğun uykularının sorunlu olması aile içinde büyük sıkıntı yaratır. Çocuğunda uyku problemi olan anne babalar yeterince uyuyamadıkları için gün içinde gergin hatta öfkeli olabilirler. Bu durum ebeveynin gün içindeki davranışlarını da etkiler. Sadece çocuğun değil ebeveynlerin de dikkatlerini toplamaları, yaptığı işe yoğunlaşmaları zorlaşır. Hoşgörüsü azalan ebeveynlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde de çatışma yaşanabilir. Genellikle anne babalar çocuklarının problemleriyle ilgili olarak birbirlerini sorumlu tutmaya hatta suçlamaya eğilimli olduklarından, çocuğun uyku probleminden anne baba arasındaki ilişki de olumsuz olarak önemli ölçüde etkilenebilir. Çocuğun uyku problemi tedavi edildikten sonra, anne babalar çok daha az stresli olurlar ve çocuklarına çok daha az kızarlar.
Çocuklarda görülen uyku problemlerinin aşılması genellikle uzun zaman alan bir süreç değildir. Problemin çözümü birkaç hafta içinde gerçekleşebilir. Uyku probleminin aşılabilmesi için anne babanın belirli bir tutum konusunda anlaşmaya varmaları gerekir. Anne ve baba birlikte ortak bir tutum belirlediklerinde ve bu tutuma uygun tutarlı davranışlar sergilediklerinde birkaç hafta içinde çocuk kendisine sunulan uyku düzenini kabul edecektir.
Sicak Carpmasi
Sıcak Çarpması
Sıcak çarpması; sıcak ortamda akut termoregulatör merkezin yetmezliğidir. Santral sinir sistemi depresyonu gözlenir. Santral ısı 40°C'nin üstündedir. Klasik sıcak çarpması daha çok yaşlılarda ve predispoze olanlarda görülür. Sıcak çarpmasında predispoze durumlar şöyle sıralanabilir:
1. Isı üretiminin artması: Enfeksiyon, tirotoksikoz, feokromasitoma, am-fetaminler
2. Isı kaybının bozulması: Çevre ısı ve nemliliğin yüksek olması, dehidra-tasyon, konjestif kalp yetmezliği, diabe-tes mellitus, nörolojik lezyonlar, alkolizm ve bazı ilaçlar
3. Dermatolojik lezyonlar: Ekdoder-mal displazi, ağır skleroderma
Bu hastalarda termoregulasyon merkezinde ısının atılmasını sağlayan mekanizmalar yetersiz kalır, dolayısıyla tüm organlar artmış vücut ısısı karşısında korumasız kalrlar.
Korunma ve Tedavi
Amaç olguyu soğutmak ve termoge-nezisi azaltmaktır. Üfleme tarzı soğutma, üstü açık araçlarla veya helikopter ile hastanın transportu sağlanır. En iyi soğutma hastaneye varıldığında yoğun bakımda uygulanır. Hasta soğuk odaya alınıp , üstü ıslatıldıktan sonra üfleme ile buharlaşma sağlanarak soğutma yapılabildiği gibi; hasta buzlu su içine ko-nularak veya hasta buz paketlerine sarılarak soğutma yapılabilir. Soğuk su ile peritoneal drenaj, gastrik lavaj, hemodi-aliz, kardiopulmoner bypass yakın ısı monitorizasyonu ile uygulanabilir.
Isıtma Metodları
Pasif eksternal ısıtma:En az invaziv ve en yavaş ısıtma yöntemidir. Olgunun ısısı 30°C'nin üstünde ise yapılır Olgu kurutulur, rüzgar ve soğuktan korunur. Bu yöntemle saatte 0.5°Ç ısı artışı olur.
Aktif eksternal ısıtma: Sıcak battaniyeler, elektrikli ıstıcılar, sıcak su şişeleri, sıcak su içine sokma gibi metodlar uygulanır. Isısı 17°C'ye kadar düşmüş olgularda faydalıdır.
Aktif santral ısıtma: En hızlı veren invaziv ısıtma metodlarıdır. Ekstrakor-poreal dolaşım, mediastinal lavaj, gastrik lavaj, peritoneal lavaj ve sıvı lavmanları uygulanır. Maske ve endotrake-al tüp ile ısıtılmış 02 verilir. Radyofre-kans ısıtma teniklerinin de yararlı olduğu ileri sürülmektedir.
Sıcak çarpması; sıcak ortamda akut termoregulatör merkezin yetmezliğidir. Santral sinir sistemi depresyonu gözlenir. Santral ısı 40°C'nin üstündedir. Klasik sıcak çarpması daha çok yaşlılarda ve predispoze olanlarda görülür. Sıcak çarpmasında predispoze durumlar şöyle sıralanabilir:
1. Isı üretiminin artması: Enfeksiyon, tirotoksikoz, feokromasitoma, am-fetaminler
2. Isı kaybının bozulması: Çevre ısı ve nemliliğin yüksek olması, dehidra-tasyon, konjestif kalp yetmezliği, diabe-tes mellitus, nörolojik lezyonlar, alkolizm ve bazı ilaçlar
3. Dermatolojik lezyonlar: Ekdoder-mal displazi, ağır skleroderma
Bu hastalarda termoregulasyon merkezinde ısının atılmasını sağlayan mekanizmalar yetersiz kalır, dolayısıyla tüm organlar artmış vücut ısısı karşısında korumasız kalrlar.
Korunma ve Tedavi
Amaç olguyu soğutmak ve termoge-nezisi azaltmaktır. Üfleme tarzı soğutma, üstü açık araçlarla veya helikopter ile hastanın transportu sağlanır. En iyi soğutma hastaneye varıldığında yoğun bakımda uygulanır. Hasta soğuk odaya alınıp , üstü ıslatıldıktan sonra üfleme ile buharlaşma sağlanarak soğutma yapılabildiği gibi; hasta buzlu su içine ko-nularak veya hasta buz paketlerine sarılarak soğutma yapılabilir. Soğuk su ile peritoneal drenaj, gastrik lavaj, hemodi-aliz, kardiopulmoner bypass yakın ısı monitorizasyonu ile uygulanabilir.
Isıtma Metodları
Pasif eksternal ısıtma:En az invaziv ve en yavaş ısıtma yöntemidir. Olgunun ısısı 30°C'nin üstünde ise yapılır Olgu kurutulur, rüzgar ve soğuktan korunur. Bu yöntemle saatte 0.5°Ç ısı artışı olur.
Aktif eksternal ısıtma: Sıcak battaniyeler, elektrikli ıstıcılar, sıcak su şişeleri, sıcak su içine sokma gibi metodlar uygulanır. Isısı 17°C'ye kadar düşmüş olgularda faydalıdır.
Aktif santral ısıtma: En hızlı veren invaziv ısıtma metodlarıdır. Ekstrakor-poreal dolaşım, mediastinal lavaj, gastrik lavaj, peritoneal lavaj ve sıvı lavmanları uygulanır. Maske ve endotrake-al tüp ile ısıtılmış 02 verilir. Radyofre-kans ısıtma teniklerinin de yararlı olduğu ileri sürülmektedir.
25 Haziran 2010 Cuma
Multipl Gaz Analizi
Multipl Gaz Analizi
Respiratuvar (02, C02, N2) ve anes-tezik (volâtil anestezikler, N20) gazların inhale ve ekshale konsantrasyonlarının monitörizasyonuna olanak tanıyan teknikler; infrared absorbsiyon, kütle spek-trometrisi ve Raman spektroskopisini içermektedir.
infrared (Kızıl Ötesi) Absorbsiyon
Kızıl ötesi ışık demeti, gaz örneği içine gönderilir ve buradan geçen ışığın
yoğunluğu ölçülür. Karbondioksit karakteristik olarak yüksek dalga boyunda ışığı absorbe eder. Anestezik gazlar, su buharı ve oksijen de bu bölgede ışığı absorbe ederek karbondioksit ile in-terferansa girerler. Sonuç olarak, bu üst üste gelen ölçümleri düzeltebilmek için, kızıl ötesi absorbsiyonu kullanan kap-nometreler hem karbondioksit hem de anestezik gaz konsantrasyonlarını ayrı ayrı ölçebilmelidir. Bir molekülün kızıl ötesi ışığı absorbe etmesi için asimetrik olması gerekmektedir. Bu nedenle, oksijen ve nitrojen gibi simetrik moleküllerin ölçülmesinde bu teknik yararlı olmayacaktır.
Kütle Spektrometrisi
Kütle spektrometrisi inhalasyon ve ekshalasyon sırasında inhale edilen anestezikleride içerecek şekilde hava yolundaki gaz kompozisyonunun aralıklı veya devamlı ölçümüne olanak tanır. Kütle spektrometrisinin kullanımı, özellikle devamlı ölçüm yapılabiliyorsa oksijen analizörleri ve kapnografı ihtiyacını ortadan kaldırır. Ekspire edilen gazdaki azot konsantrasyonunun ölçülmesi, anestezi sistemindeki bir hava kaçağını veya venöz hava embolisini gösterebilir. Anestezik gazlar için inhale ve ekshale edilen miktarlar arasındaki fark prensip olarak bu ajanların kandaki çözünürlüğünü yansıtır. Dağılım için gereken süre geçtikten sonra, ekshale edilen gaz konsantrasyonu ile anestezik derinlik paralellik gösterir.
Raman Spektroskopisi
Raman spektroskopisi respiratuvar (02, C02, N2) ve anestezik gazların birbirinden bağımsız olarak analizine olanak tanır. Kütle spektrometrisinden farklı olarak Raman spektroskopisi, anestezik dağılım sistemine geri dönen gaz moleküllerini değiştirmez. Raman teknolojisi kullanan bir alet, kütle spektrometrisine eşdeğer doğruluk oranına
sahiptir.
Oksijen Analizörleri
Genel anestezinin her uygulaması sırasında, anestezik solunum sistemindeki inspire edilen oksijen konsantrasyonu, oksijen analizörü ile ölçülmeli ve düşük oksijen konsantrasyonu limitini bildiren alarm bulunmalıdır. Oksijen analizörü, oksijen veya oda havası ile kalibre edilir. Alarm genellikle inspire edilen oksijen konsantrasyonu genellikle %2un altına düştüğünde devreye girecek şekilde ayarlanır.
Tidal Volüm
Anestezik solunum sistemine (genel olarak ekshalasyon parçasına) yerleştirilen bir ventimetre ve respirometre tidal volümü ölçer ve aynı zamanda dakika ventilasyonunun (solunum sayısı x tidal volüm) hesaplanmasına da olanak tanır. Tidal volümün doğru ölçümü için anestezik solunum sistemindeki tüm kaçakların elimine edilmesi zorunludur.
Havayolu Basıncı
Akciğerlerin mekanik ventilasyonu ile sağlanan havayolu basıncı, anestezi cihazındaki bir basınç-ölçer ile hesaplanabilir. Maksimum inspiratuvar basınç daha önceden saptanan seviyelere ulaşmadığında düşük basınç alarmı, anestezi solutma sisteminde büyük bir kaçak veya ayrılma olduğu konusunda aneste-zisti uyarır. Yüksek havayolu basınçlarının ölçülmesi, düşük pulmoner komp-liyansı veya anestezi solunum sisteminde bir obstrüksiyonu yansıtır. Elle ven-tilasyon sırasında gaz rezervuar kesesi havayolu basınçları 50 cmH2O'yu geçtiğinde, bu yüksek basınçların hastanın havayollarına iletilmesini engelleyecek şekilde genişleyebilir. Bir mekanik ventilatör kullanıldığında, gaz rezervuar kesesi anestezik solunum sisteminden ayrılır ve böylece istenirse hava yollarına 50 cmH20'dan daha yüksek basınç verilmesi mümkün olabilir.
Solunumun Klinik
Monitörizasyonu
Hastalar genel anestezi sırasında spontan olarak soluduklarında, solunum paterni (sıklık, derinlik, düzenlilik) anestezist tarafından devamlı monitöri-ze edilmelidir. Bu monitörizasyon, göğüs hareketinin gözlemi ve akciğer seslerinin prekordiyal veya özefagial bir stetoskopla oskültasyonu ile birlikte anestezik solunum sistemi üzerinde rezervuar kesenin görsel ve taktil (el kesenin üzerinde) olarak takibi ile sağlanır. Solunum hareketlerinin karakteri anestezinin derinliğinin değerlendirilmesinde yararlıdır. Ayrıca, göğüs hareketleri ile rezervuar kesenin hareketleri karşılaştırılarak, üst havayolu obstrüksiyonu varlığı veya yokluğu ile ilgili değerlendirme yapılabilir. İnhale edilen anesteziklerin varlığında solunum genellikle yüzeyel ve hızlı iken, opoidle-rin etkisindeki hastada tidal volüm normal olmasına rağmen solunum sıklığı azalmıştır.
Respiratuvar (02, C02, N2) ve anes-tezik (volâtil anestezikler, N20) gazların inhale ve ekshale konsantrasyonlarının monitörizasyonuna olanak tanıyan teknikler; infrared absorbsiyon, kütle spek-trometrisi ve Raman spektroskopisini içermektedir.
infrared (Kızıl Ötesi) Absorbsiyon
Kızıl ötesi ışık demeti, gaz örneği içine gönderilir ve buradan geçen ışığın
yoğunluğu ölçülür. Karbondioksit karakteristik olarak yüksek dalga boyunda ışığı absorbe eder. Anestezik gazlar, su buharı ve oksijen de bu bölgede ışığı absorbe ederek karbondioksit ile in-terferansa girerler. Sonuç olarak, bu üst üste gelen ölçümleri düzeltebilmek için, kızıl ötesi absorbsiyonu kullanan kap-nometreler hem karbondioksit hem de anestezik gaz konsantrasyonlarını ayrı ayrı ölçebilmelidir. Bir molekülün kızıl ötesi ışığı absorbe etmesi için asimetrik olması gerekmektedir. Bu nedenle, oksijen ve nitrojen gibi simetrik moleküllerin ölçülmesinde bu teknik yararlı olmayacaktır.
Kütle Spektrometrisi
Kütle spektrometrisi inhalasyon ve ekshalasyon sırasında inhale edilen anestezikleride içerecek şekilde hava yolundaki gaz kompozisyonunun aralıklı veya devamlı ölçümüne olanak tanır. Kütle spektrometrisinin kullanımı, özellikle devamlı ölçüm yapılabiliyorsa oksijen analizörleri ve kapnografı ihtiyacını ortadan kaldırır. Ekspire edilen gazdaki azot konsantrasyonunun ölçülmesi, anestezi sistemindeki bir hava kaçağını veya venöz hava embolisini gösterebilir. Anestezik gazlar için inhale ve ekshale edilen miktarlar arasındaki fark prensip olarak bu ajanların kandaki çözünürlüğünü yansıtır. Dağılım için gereken süre geçtikten sonra, ekshale edilen gaz konsantrasyonu ile anestezik derinlik paralellik gösterir.
Raman Spektroskopisi
Raman spektroskopisi respiratuvar (02, C02, N2) ve anestezik gazların birbirinden bağımsız olarak analizine olanak tanır. Kütle spektrometrisinden farklı olarak Raman spektroskopisi, anestezik dağılım sistemine geri dönen gaz moleküllerini değiştirmez. Raman teknolojisi kullanan bir alet, kütle spektrometrisine eşdeğer doğruluk oranına
sahiptir.
Oksijen Analizörleri
Genel anestezinin her uygulaması sırasında, anestezik solunum sistemindeki inspire edilen oksijen konsantrasyonu, oksijen analizörü ile ölçülmeli ve düşük oksijen konsantrasyonu limitini bildiren alarm bulunmalıdır. Oksijen analizörü, oksijen veya oda havası ile kalibre edilir. Alarm genellikle inspire edilen oksijen konsantrasyonu genellikle %2un altına düştüğünde devreye girecek şekilde ayarlanır.
Tidal Volüm
Anestezik solunum sistemine (genel olarak ekshalasyon parçasına) yerleştirilen bir ventimetre ve respirometre tidal volümü ölçer ve aynı zamanda dakika ventilasyonunun (solunum sayısı x tidal volüm) hesaplanmasına da olanak tanır. Tidal volümün doğru ölçümü için anestezik solunum sistemindeki tüm kaçakların elimine edilmesi zorunludur.
Havayolu Basıncı
Akciğerlerin mekanik ventilasyonu ile sağlanan havayolu basıncı, anestezi cihazındaki bir basınç-ölçer ile hesaplanabilir. Maksimum inspiratuvar basınç daha önceden saptanan seviyelere ulaşmadığında düşük basınç alarmı, anestezi solutma sisteminde büyük bir kaçak veya ayrılma olduğu konusunda aneste-zisti uyarır. Yüksek havayolu basınçlarının ölçülmesi, düşük pulmoner komp-liyansı veya anestezi solunum sisteminde bir obstrüksiyonu yansıtır. Elle ven-tilasyon sırasında gaz rezervuar kesesi havayolu basınçları 50 cmH2O'yu geçtiğinde, bu yüksek basınçların hastanın havayollarına iletilmesini engelleyecek şekilde genişleyebilir. Bir mekanik ventilatör kullanıldığında, gaz rezervuar kesesi anestezik solunum sisteminden ayrılır ve böylece istenirse hava yollarına 50 cmH20'dan daha yüksek basınç verilmesi mümkün olabilir.
Solunumun Klinik
Monitörizasyonu
Hastalar genel anestezi sırasında spontan olarak soluduklarında, solunum paterni (sıklık, derinlik, düzenlilik) anestezist tarafından devamlı monitöri-ze edilmelidir. Bu monitörizasyon, göğüs hareketinin gözlemi ve akciğer seslerinin prekordiyal veya özefagial bir stetoskopla oskültasyonu ile birlikte anestezik solunum sistemi üzerinde rezervuar kesenin görsel ve taktil (el kesenin üzerinde) olarak takibi ile sağlanır. Solunum hareketlerinin karakteri anestezinin derinliğinin değerlendirilmesinde yararlıdır. Ayrıca, göğüs hareketleri ile rezervuar kesenin hareketleri karşılaştırılarak, üst havayolu obstrüksiyonu varlığı veya yokluğu ile ilgili değerlendirme yapılabilir. İnhale edilen anesteziklerin varlığında solunum genellikle yüzeyel ve hızlı iken, opoidle-rin etkisindeki hastada tidal volüm normal olmasına rağmen solunum sıklığı azalmıştır.
Yalniz Buyuyen Bebekler
Bebeklerini yalnız büyüten annelerin bebekleri bu durumdan nasıl etkilenirler?
Bebeklerini yalnız büyüten anneler çok daha kırılgan, etkiye açık bir duygu durumu içindedirler. Onların çevrelerinde yakın destek alabilecekleri bir eş, baba figürü yoktur. Böyle bir durumda olan annelerin pek çoğu bilinçdışı olarak bebeklerinin uyuyarak kendilerini yalnız bırakmalarını da istemezler. Bir taraftan anne bebeğinin uyumasını biraz olsun nefes alıp dinlenmek için isterken, diğer taraftan da bebeğinin uyuyarak kendisini yalnız bırakmasını istemez.
Annenin bebeğini uyuturken, bebeğinse uyumaya çalışırken yaşadığı zorluk bir bakıma orada olup da yardım edemeyen ebeveynin yokluğunun protesto edilmesi anlamına da gelir. Aslında bizim kültürümüzde bebeğini yalnız büyütmek zorunda kalan bir annenin genel olarak yalnız bırakılması durumu söz konusu değildir. Hatta kadının yakın aile bireyleri yalnız annenin değil bebeğinin de sorumluluğunu almak isterler. Neredeyse annenin tüm inisiyatiflerinin kendi ailesi tarafından alınması da anneyi olumsuz etkiler. Çünkü bir taraftan kadının yalnız kalmaya da gereksinimi vardır. Annenin bebeği ile ilişki kurup, birbirlerini tanımaları ve aralarındaki ilişkiyi geliştirmeleri için 'mahremiyet' duygusu çok önemlidir. Yakın akrabaların bazen aşırıya varan yakın ilgisi anne ve bebeğin bu çok ihtiyacını duydukları 'mahremiyet'i deneyimle-melerine izin vermez. Annenin kendi içinde yaşadığı, belki de hiç dışa vuramadığı yakınmalar derin suçluluk duygularına da neden olabilir. Bir taraftan varlığı arzu edilen ilginin aynı zamanda anneyi boğan bir sürece dönüşmesi söz konusudur.
Eşinden değişik nedenlerden ötürü ayrı kalmak zorunda kalmış olan anneye verilecek desteğin anneyi edilgin hale getiren, dışlayan bir desteğe dönüşmemesi gerekir. Anne, kendisine gösterilen ilgiyi kontrol edebilmelidir. Kendisine inisiyatif verilmeyen anne, bebeğini kontrol etmekte, ona hoşgörü göstermekte zorlanır.
Annenin içinde bulunduğu durum bebeği üzerine tıpkı kendi aile çevresinin kendi üzerine düşmesi gibi aşırı düşmesine, bebeği üzerinde aşırı koruyucu bir yaklaşım içine girmesine neden olabilir. Bebeğin annesi ile kuracağı ilişkinin bağımlılığa dönüşmemesi, bebeğin zamanla bağımsızlaşmasına olanak veren bir bağlılık ilişkisine dönüşmesi gerekir. Bu süreçte annenin kendisini beslemesi, kendisine yaşam kaynakları yaratması, sadece bebeğinden beslenmesini, dolayısıyla da bir bağımlılık yaratmasını engeller.
Bebeklerini yalnız büyüten anneler çok daha kırılgan, etkiye açık bir duygu durumu içindedirler. Onların çevrelerinde yakın destek alabilecekleri bir eş, baba figürü yoktur. Böyle bir durumda olan annelerin pek çoğu bilinçdışı olarak bebeklerinin uyuyarak kendilerini yalnız bırakmalarını da istemezler. Bir taraftan anne bebeğinin uyumasını biraz olsun nefes alıp dinlenmek için isterken, diğer taraftan da bebeğinin uyuyarak kendisini yalnız bırakmasını istemez.
Annenin bebeğini uyuturken, bebeğinse uyumaya çalışırken yaşadığı zorluk bir bakıma orada olup da yardım edemeyen ebeveynin yokluğunun protesto edilmesi anlamına da gelir. Aslında bizim kültürümüzde bebeğini yalnız büyütmek zorunda kalan bir annenin genel olarak yalnız bırakılması durumu söz konusu değildir. Hatta kadının yakın aile bireyleri yalnız annenin değil bebeğinin de sorumluluğunu almak isterler. Neredeyse annenin tüm inisiyatiflerinin kendi ailesi tarafından alınması da anneyi olumsuz etkiler. Çünkü bir taraftan kadının yalnız kalmaya da gereksinimi vardır. Annenin bebeği ile ilişki kurup, birbirlerini tanımaları ve aralarındaki ilişkiyi geliştirmeleri için 'mahremiyet' duygusu çok önemlidir. Yakın akrabaların bazen aşırıya varan yakın ilgisi anne ve bebeğin bu çok ihtiyacını duydukları 'mahremiyet'i deneyimle-melerine izin vermez. Annenin kendi içinde yaşadığı, belki de hiç dışa vuramadığı yakınmalar derin suçluluk duygularına da neden olabilir. Bir taraftan varlığı arzu edilen ilginin aynı zamanda anneyi boğan bir sürece dönüşmesi söz konusudur.
Eşinden değişik nedenlerden ötürü ayrı kalmak zorunda kalmış olan anneye verilecek desteğin anneyi edilgin hale getiren, dışlayan bir desteğe dönüşmemesi gerekir. Anne, kendisine gösterilen ilgiyi kontrol edebilmelidir. Kendisine inisiyatif verilmeyen anne, bebeğini kontrol etmekte, ona hoşgörü göstermekte zorlanır.
Annenin içinde bulunduğu durum bebeği üzerine tıpkı kendi aile çevresinin kendi üzerine düşmesi gibi aşırı düşmesine, bebeği üzerinde aşırı koruyucu bir yaklaşım içine girmesine neden olabilir. Bebeğin annesi ile kuracağı ilişkinin bağımlılığa dönüşmemesi, bebeğin zamanla bağımsızlaşmasına olanak veren bir bağlılık ilişkisine dönüşmesi gerekir. Bu süreçte annenin kendisini beslemesi, kendisine yaşam kaynakları yaratması, sadece bebeğinden beslenmesini, dolayısıyla da bir bağımlılık yaratmasını engeller.
Donma Hakkinda Bilgiler
Donma Hakkinda Bilgiler
Donma olguları için verilmiş kesin istatistiki bilgi olmamakla birlikte Norveç gibi kuzey ülkelerinde her yıl 200 kişinin donarak öldüğü bildirilmektedir. İklim ve coğrafi faktörlerin görülme sıklığına etkisi olabildiği gibi; zayıflarda şişmanlara göre, bebek, çocuk 'ye yaşlılarda normal yaş yetişkinlere göre, yaralılarda, yorgun ve bitkinlerde, alkol alanlarda, beslenme yetersizliği olanlarda daha sıklıkla görülmektedir.
Donma visserlerin soğuması olarak tanımlanır. 3 tiptir:
1. Hafif hipotermi (35-33°C)
2. Orta hipotermi (33-30°C)
3. Ağır hipotermi . (30°C'nin altı) Hafif Hipotermi: Karakteristik olarak hasta titrer. Deri soğuk^ve beyazdır. Sempatik aktivite artar. Vazökonstrüksi-yon, taşikardi,-kardiak kardiyak debide artma, kan basıncında a.rtma, hiperven-tilasyon, dehidratasyon ve hemotokritte artma görülün
Orta hipotermi: Titreme giderek azalır. Kas ve eklemler sertleşmeye başlar. Tutarsız davranışlar, ajitasyon görülür. Apatik görünüm vardır-. Kalp hızı ve pompa aktivitesi azalır. Kan basıncı düşer. Hipoventilasyon olur. EKG'de bra-dikardi, artmış PR ve QT mesafeleri, genişlemiş QRS kompleksleri, nodal ritim, 2° AV blok, atrial flatter ye fıbrilas-yon, J veya Osborn dalgaları görülür. Osborn dalgası QRS- ST kesişim yerinin ekstradefleksiyonudur. Renal per-füzyon azalır ve buna bağlı glomerul fıltrasyon hızı azalır. Sempatik stimu-lusla insülin azalmasına ve Larigerhans adacıklarının donmasına bağlı hiperglisemi oluşur. Ekstremitelerin donması ile sinir iletimi yavaşlar. Prekapiller pa-ralizi sonucu vazodilatasyon gelişir.
Ağır hipotermi: Sıklıkla komatöz-dür. Deri soğuk ve ödemlidir. Kişinin canlı olup olmadığını belirlemek güç olabilir. Derin tendon refleksleri çok zayıftır. 30°C'nin altında atrial fibrilasyon, 27°C'nin altında multifokal ventriküler ekstrasistoller, 20°C'de kalp hızı 10/dak, 10°C'de 3-4/dak ve asistoli görülür. Bronşiyal sekresyon artar. Oksihemo-globin dissosiyasyon eğrisi sola kayar. Dokuların 02 ihtiyacı azalır.
Hipotermide bulunan bir olgu bulunduğunda olgunun canlı mı ölü mü olduğuna karar vermek zordur. Kardiyopul-moner resusitasyona (KPR) başlayıp başlamama konusunda hızla karar vermek gerekir. Çünkü KPR'nin kendisi de aritmilere yol açabilir. KPR ile birlikte olgunun ıstılması işlemi de başlanmalıdır. Üzerindeki ıslak giysiler çıkarılmalıdır. Soğuk ve rüzgardan uzaklaştırılmalı, üstü battaniyelerle örtülmelidir. Olabildiğince hızla hastaneye sevk edilmelidir. Ancak ısıtma işlemi bir an evvel başlatılmalıdır: Pasif ve aktif ekster-nal ısıtma hastane dışında yapılabilir, ancak aktif internal ısıtma hastanede yapılır.
Donma olguları için verilmiş kesin istatistiki bilgi olmamakla birlikte Norveç gibi kuzey ülkelerinde her yıl 200 kişinin donarak öldüğü bildirilmektedir. İklim ve coğrafi faktörlerin görülme sıklığına etkisi olabildiği gibi; zayıflarda şişmanlara göre, bebek, çocuk 'ye yaşlılarda normal yaş yetişkinlere göre, yaralılarda, yorgun ve bitkinlerde, alkol alanlarda, beslenme yetersizliği olanlarda daha sıklıkla görülmektedir.
Donma visserlerin soğuması olarak tanımlanır. 3 tiptir:
1. Hafif hipotermi (35-33°C)
2. Orta hipotermi (33-30°C)
3. Ağır hipotermi . (30°C'nin altı) Hafif Hipotermi: Karakteristik olarak hasta titrer. Deri soğuk^ve beyazdır. Sempatik aktivite artar. Vazökonstrüksi-yon, taşikardi,-kardiak kardiyak debide artma, kan basıncında a.rtma, hiperven-tilasyon, dehidratasyon ve hemotokritte artma görülün
Orta hipotermi: Titreme giderek azalır. Kas ve eklemler sertleşmeye başlar. Tutarsız davranışlar, ajitasyon görülür. Apatik görünüm vardır-. Kalp hızı ve pompa aktivitesi azalır. Kan basıncı düşer. Hipoventilasyon olur. EKG'de bra-dikardi, artmış PR ve QT mesafeleri, genişlemiş QRS kompleksleri, nodal ritim, 2° AV blok, atrial flatter ye fıbrilas-yon, J veya Osborn dalgaları görülür. Osborn dalgası QRS- ST kesişim yerinin ekstradefleksiyonudur. Renal per-füzyon azalır ve buna bağlı glomerul fıltrasyon hızı azalır. Sempatik stimu-lusla insülin azalmasına ve Larigerhans adacıklarının donmasına bağlı hiperglisemi oluşur. Ekstremitelerin donması ile sinir iletimi yavaşlar. Prekapiller pa-ralizi sonucu vazodilatasyon gelişir.
Ağır hipotermi: Sıklıkla komatöz-dür. Deri soğuk ve ödemlidir. Kişinin canlı olup olmadığını belirlemek güç olabilir. Derin tendon refleksleri çok zayıftır. 30°C'nin altında atrial fibrilasyon, 27°C'nin altında multifokal ventriküler ekstrasistoller, 20°C'de kalp hızı 10/dak, 10°C'de 3-4/dak ve asistoli görülür. Bronşiyal sekresyon artar. Oksihemo-globin dissosiyasyon eğrisi sola kayar. Dokuların 02 ihtiyacı azalır.
Hipotermide bulunan bir olgu bulunduğunda olgunun canlı mı ölü mü olduğuna karar vermek zordur. Kardiyopul-moner resusitasyona (KPR) başlayıp başlamama konusunda hızla karar vermek gerekir. Çünkü KPR'nin kendisi de aritmilere yol açabilir. KPR ile birlikte olgunun ıstılması işlemi de başlanmalıdır. Üzerindeki ıslak giysiler çıkarılmalıdır. Soğuk ve rüzgardan uzaklaştırılmalı, üstü battaniyelerle örtülmelidir. Olabildiğince hızla hastaneye sevk edilmelidir. Ancak ısıtma işlemi bir an evvel başlatılmalıdır: Pasif ve aktif ekster-nal ısıtma hastane dışında yapılabilir, ancak aktif internal ısıtma hastanede yapılır.
24 Haziran 2010 Perşembe
Bebeğin gelişiminde babanın önemi nedir?
Babanın rolü iki şekilde karşımıza çıkar: Birincisi, babanın bebekle kurduğu ilişki içindeki doğrudan rolü, ikincisi ise anne bebek ilişkisindeki babanın anneye verdiği destekten ötürü bebeğinin hayatındaki dolaylı rolüdür.
Doğumdan sonraki dönem kadının kendisinden en az emin olduğu ve çokça kendisini sorguladığı dönemdir. Kadın sürekli olarak yeterince iyi bir anne olup olmadığını sorgularken, onun en büyük yardımcısı, ona 'yeterince iyi bir anne' olduğunun güvencesini vere bilecek en etkili kişi babadır. Kaygılı annenin daha gerçekçi anneye dönüşmesi için babanın rahatlatıcı bir etkisi vardır. Anneler bir türlü bebeklerini bırakamazken babaların daha kolay 'hayır' diyebilmeleri, annenin daha az duygusal davranmasına yardım eder.
Doğumdan sonra kadının yaşadığı en önemli karmaşalardan biri de bir taraftan bebeğinin kendisine çok yakın olmasını isterken, bir taraftan da onun büyüyüp bağımsızlaşması arzusunu taşımasıdır. Bu noktada baba, annenin bebeğini ayrı bir birey olarak algılamasına da yardım eder. Anne bebek ilişkisine babanın da katılması, annenin bebeğiyle ilgili daha gerçekçi beklentilere sahip olmasını da sağlar.
Babanın, annenin depresyonda olduğu ya da bazı duygusal sorunlarının olduğu zamanda bebeği anneye karşı koruyan bir rolü de vardır. Karı koca arasındaki ilişkinin niteliği depresyonu engelleyen en önemli faktördür. Yapılan araştırmalar babanın desteğinin olmadığı yerde kadınların duygusal olarak daha zayıf olabileceklerini, kriz karşısında daha çok yara alabileceklerini ortaya koymaktadır. Erkeğin, kadının yanındaki duygusal olarak koruyucu varlığı bebek için de geçerlidir.
Anne baba arasındaki ilişkinin çatışmalı olduğu durumlarda bebek doğrudan etkilenir. Bebeklerin uykularındaki düzensizlik de etkilendiklerinin göstergesidir. Çoğunlukla anne babalar bebeklerinin hiçbir şey hissetmeyeceği ya da bir şekilde bebeklerine hissettirmedikleri yanılgısına düşerler. Oysa bebek, anne ve babasının duygu durumuna karşı hassastır. Zaten bebeğin yaşam alanı anne babasının duygu dünyasıdır.
Babanın olmadığı ailelerde bebeğin bu durumdan etkilenmesi başlarda anne etkilendiği için annenin aracılığı ile olur. Babanın yokluğu anneyi hüzünlendireceğinden anne üzerindeki olumsuz etkisini bebek algılar. Dede, dayı, amca gibi akrabalar babanın yerini tam dolduramasa da bebeğin bir erkek figürünün varlığında büyümesi için önemlidir.
Babanın rolü iki şekilde karşımıza çıkar: Birincisi, babanın bebekle kurduğu ilişki içindeki doğrudan rolü, ikincisi ise anne bebek ilişkisindeki babanın anneye verdiği destekten ötürü bebeğinin hayatındaki dolaylı rolüdür.
Doğumdan sonraki dönem kadının kendisinden en az emin olduğu ve çokça kendisini sorguladığı dönemdir. Kadın sürekli olarak yeterince iyi bir anne olup olmadığını sorgularken, onun en büyük yardımcısı, ona 'yeterince iyi bir anne' olduğunun güvencesini vere bilecek en etkili kişi babadır. Kaygılı annenin daha gerçekçi anneye dönüşmesi için babanın rahatlatıcı bir etkisi vardır. Anneler bir türlü bebeklerini bırakamazken babaların daha kolay 'hayır' diyebilmeleri, annenin daha az duygusal davranmasına yardım eder.
Doğumdan sonra kadının yaşadığı en önemli karmaşalardan biri de bir taraftan bebeğinin kendisine çok yakın olmasını isterken, bir taraftan da onun büyüyüp bağımsızlaşması arzusunu taşımasıdır. Bu noktada baba, annenin bebeğini ayrı bir birey olarak algılamasına da yardım eder. Anne bebek ilişkisine babanın da katılması, annenin bebeğiyle ilgili daha gerçekçi beklentilere sahip olmasını da sağlar.
Babanın, annenin depresyonda olduğu ya da bazı duygusal sorunlarının olduğu zamanda bebeği anneye karşı koruyan bir rolü de vardır. Karı koca arasındaki ilişkinin niteliği depresyonu engelleyen en önemli faktördür. Yapılan araştırmalar babanın desteğinin olmadığı yerde kadınların duygusal olarak daha zayıf olabileceklerini, kriz karşısında daha çok yara alabileceklerini ortaya koymaktadır. Erkeğin, kadının yanındaki duygusal olarak koruyucu varlığı bebek için de geçerlidir.
Anne baba arasındaki ilişkinin çatışmalı olduğu durumlarda bebek doğrudan etkilenir. Bebeklerin uykularındaki düzensizlik de etkilendiklerinin göstergesidir. Çoğunlukla anne babalar bebeklerinin hiçbir şey hissetmeyeceği ya da bir şekilde bebeklerine hissettirmedikleri yanılgısına düşerler. Oysa bebek, anne ve babasının duygu durumuna karşı hassastır. Zaten bebeğin yaşam alanı anne babasının duygu dünyasıdır.
Babanın olmadığı ailelerde bebeğin bu durumdan etkilenmesi başlarda anne etkilendiği için annenin aracılığı ile olur. Babanın yokluğu anneyi hüzünlendireceğinden anne üzerindeki olumsuz etkisini bebek algılar. Dede, dayı, amca gibi akrabalar babanın yerini tam dolduramasa da bebeğin bir erkek figürünün varlığında büyümesi için önemlidir.
Asi Zehirlenmesi
Aşı Zehirlenmesi
Asılar suisid nedenleri arasında üçüncü sırada yer alır. Erkek populas-yonda üç kat daha sıklıkta rastlanmaktadır. Asılarda "fatal bilateral aksis pe-dikül fraktürü" ile birlikte diskin tam ve C2-C4 arası ligamentlerin ciddi her-niyasyonu olur. Kardiyak ve solunura merkezlerinin hasarı, karotis arterin laserasyonu ve farinksin yaralanması sonucunda ani ölüm gelişir. Asılarda ölüm nedeni üst solunum yolları obstrüksiyo-nundan çok serebral kan akımının engellenmesidir. Boyundan 3.5 kg'lık bir. ağırlık karotis arteri oklüze eder, 16.6 kg'lık bir ağırlık ise vertebral arter kan akımını durdurur. Ası düğümünün ju-güler vene olan basısından dolayı venöz obstrüksiyon, hipoksi ve bilinç kaybı gelişir. Karotid cisimciğin ve vagusun kompresyonuna bağlı parasempatik to-nus artar, bu da kardiyak arreste neden olur.
Serebral kan akımı hızla düzeltilirse tam iyileşme beklenebilir.Ama birkaç dakika içinde hipoksi ve-hücre ölümü gelişir, sitotoksik ve vazojenik ödem oluşursa intrakraniyal basınç artar ve beynin çeşitli bölgelerinde iskemi meydana gelir.
Tanı; klinik tablo ile konulabilir. Ancak klinik tablo çok değişkendir. Asıda kullanılan ipin boyunda yaptığı "iz" den "koma"ya kadar giden geniş bulgular yelpazesi vardır. Ası olgusu asılmanın hemen ardından yakalanmışsa olguda değişik derecelerde şuur durumları (de-liryum, letarji, stupor, koma), konvülz-yon veya hipotalamusun hipoksisi sonucu hipertermi olabilir. Katekolamin-lerin değişikliğine bağlı pulmoner ve-nüllerin konstrüksiyonuna bağlı Akut Respiratuvar Distres Sendromu gelişebilir. Odontoid kırık görülebilir.
Bu nedenlerden dolayı; vital parametrelerin monitorizasyonu, iyi bir nörolojik muayene, servikal grafı, arteriel kan gazı analizi istenmelidir.
Tedavisinde; pulmoner ve kardiyak arrest varsa ilk önce kardiopulmoner re-süsitasyon yapılır. Amaç serebral oksi-jenizasyonu sağlamak, intrakraniyal basıncı azaltmak, respiratuvar distresi düzeltmektir. Paratrakeal ve laringeal sahalarda olası hasarları göz önünde bulundurmak gerekir. Artmış intrakraniyal basıncı azaltmak için mekanik hiper-ventilasyon, odontoid kırık varsa spinal kordun korunması için ortopedik ve nö-roşirürjikal açıdan önlemler alınmalıdır.
Asılar suisid nedenleri arasında üçüncü sırada yer alır. Erkek populas-yonda üç kat daha sıklıkta rastlanmaktadır. Asılarda "fatal bilateral aksis pe-dikül fraktürü" ile birlikte diskin tam ve C2-C4 arası ligamentlerin ciddi her-niyasyonu olur. Kardiyak ve solunura merkezlerinin hasarı, karotis arterin laserasyonu ve farinksin yaralanması sonucunda ani ölüm gelişir. Asılarda ölüm nedeni üst solunum yolları obstrüksiyo-nundan çok serebral kan akımının engellenmesidir. Boyundan 3.5 kg'lık bir. ağırlık karotis arteri oklüze eder, 16.6 kg'lık bir ağırlık ise vertebral arter kan akımını durdurur. Ası düğümünün ju-güler vene olan basısından dolayı venöz obstrüksiyon, hipoksi ve bilinç kaybı gelişir. Karotid cisimciğin ve vagusun kompresyonuna bağlı parasempatik to-nus artar, bu da kardiyak arreste neden olur.
Serebral kan akımı hızla düzeltilirse tam iyileşme beklenebilir.Ama birkaç dakika içinde hipoksi ve-hücre ölümü gelişir, sitotoksik ve vazojenik ödem oluşursa intrakraniyal basınç artar ve beynin çeşitli bölgelerinde iskemi meydana gelir.
Tanı; klinik tablo ile konulabilir. Ancak klinik tablo çok değişkendir. Asıda kullanılan ipin boyunda yaptığı "iz" den "koma"ya kadar giden geniş bulgular yelpazesi vardır. Ası olgusu asılmanın hemen ardından yakalanmışsa olguda değişik derecelerde şuur durumları (de-liryum, letarji, stupor, koma), konvülz-yon veya hipotalamusun hipoksisi sonucu hipertermi olabilir. Katekolamin-lerin değişikliğine bağlı pulmoner ve-nüllerin konstrüksiyonuna bağlı Akut Respiratuvar Distres Sendromu gelişebilir. Odontoid kırık görülebilir.
Bu nedenlerden dolayı; vital parametrelerin monitorizasyonu, iyi bir nörolojik muayene, servikal grafı, arteriel kan gazı analizi istenmelidir.
Tedavisinde; pulmoner ve kardiyak arrest varsa ilk önce kardiopulmoner re-süsitasyon yapılır. Amaç serebral oksi-jenizasyonu sağlamak, intrakraniyal basıncı azaltmak, respiratuvar distresi düzeltmektir. Paratrakeal ve laringeal sahalarda olası hasarları göz önünde bulundurmak gerekir. Artmış intrakraniyal basıncı azaltmak için mekanik hiper-ventilasyon, odontoid kırık varsa spinal kordun korunması için ortopedik ve nö-roşirürjikal açıdan önlemler alınmalıdır.
Transkutanoz P02 (Ptc02)
Transkutanöz P02 (Ptc02)
Trankutanöz oksijen sensörleri elektrot altındaki dermal kapillerlerden deri yüzeyine (43°C'ye ısıtılmış) diffüze olan oksijeni, polarografık oksijen elektrotları kullanarak ölçer. Ptc02 kapiller kan akımına bağımlıdır; kardiyak debideki değişiklikler (azalmış doku per-füzyonu) ölçümü etkiler. Hemodinamik olarak stabil olan infantlarda Ptc02, Pa02'yi doğruya yakın ölçer, bu da prematüre retinopati riski olanlarda arte-riyel oksijenasyonun kontrolüne olanak tanır. Deri yanıkları. PtcO2 monitörizas-yonu ile ilişkili en sık rastlanan kompli-kasyondur. Bu nedenle, yeni doğanlarda sensör yerleşim yeri saatte bir değiştirilmelidir.
Trankutanöz oksijen sensörleri elektrot altındaki dermal kapillerlerden deri yüzeyine (43°C'ye ısıtılmış) diffüze olan oksijeni, polarografık oksijen elektrotları kullanarak ölçer. Ptc02 kapiller kan akımına bağımlıdır; kardiyak debideki değişiklikler (azalmış doku per-füzyonu) ölçümü etkiler. Hemodinamik olarak stabil olan infantlarda Ptc02, Pa02'yi doğruya yakın ölçer, bu da prematüre retinopati riski olanlarda arte-riyel oksijenasyonun kontrolüne olanak tanır. Deri yanıkları. PtcO2 monitörizas-yonu ile ilişkili en sık rastlanan kompli-kasyondur. Bu nedenle, yeni doğanlarda sensör yerleşim yeri saatte bir değiştirilmelidir.
23 Haziran 2010 Çarşamba
Elektrik Carpmasi ve İlk Yardim
Elektrik Çarpması ve ilk yardım
ABD'de her yıl elektrik çarpmasına bağlı yaklaşık 4000 yaralanma ve 1000 ölüm olgusu bildirilmektedir. Ölümlerin çoğu iş yeri kazalarına bağlı gelişmektedir. Diğerleri ise ev kazaları ve yıldırım düşmesine bağlı ölümlerdir.
Yüksek voltaj elektrik yaralanmaları çok ciddidir. Derin doku harabiyeti ve mortalite; elektriğin voltaj ve rezistansı ile ilgilidir. Ancak dokunun tipi ve ihtiva ettiği su miktarı, elektrik akımının değişken ve direk olması önemlidir. Değişken akımlar daha tehlikelidir, çünkü tetanik kontraksiyonlara yol açar. 60 Hertz sıklıktaki değişken akımlar kardi-yak aritmi ve solunum arrestine neden olmaktadır.
Elektrik çarpmaları değişik patolojilere neden olur:Yanıklar, kas nekrozları, renal yetmezlik, kırık ve diğer kas-iske-let yaralanmaları, katarakt ve aritmiler (özellikle atrial ve ventriküler fıbrilas-yon, asistoli).
Elektrik çarpmaları olgularının %25'inde nörolojik sekel gelişir. Elden ele veya elden ayağa akımın geçmesi ile spinal kord hasarı olur. Hasar yeri spi-nal korda çok yakınsa veya termal bir yaralanma varsa spinal kord daha çok zarar görür. Düşük voltaj yaralanmalarında ise segmental atrofıler oluşur. 1000 voltdan daha yüksek elektrik çarpmalarında ise myelopatiler gelişir. Bu ise spinal kordu besleyen arterlerin elektrik akımından dolayı hasarlanma-smdan ileri gelmektedir.
Kafa bölgesinden elektrik çarpması bilinç kaybı ile sonuçlanır. Bilinç geri dönebilirken; kazazedede geçici sağırlık, körlük, konvülziyon, konfüzyon, sensoryomotor disfonksiyon ve tinnutus gelişebilir. Daha ciddi olgularda sereb-ral ödem ve buna bağlı intrakranial basınç artışı görülür. Elektriğin çarptığı yerde periferik sinir hasarı görülür. Ayrıca metabolik asidozis, vertebral ve diğer kemik kırıkları, hipotansiyon, pul-moner ödem, sepsis, nefropati, gastroin-testinal hemoraji ve nekroz oluşabilir.
Laboratuvar bulguları olarak, sıvı ve elektrolit durumundan emin olmak için elektrolit ve hemotokrite; kas nekrozları için kreatin kinaza, metabolik asidozis için kan gazı analizine, kırıklar için radyolojik araştırmaya, serebral etkilenmeler için komputerize tomografiye bakılmalıdır.
Tedavisinde ilk yapılacak, kazazedeyi elektrik kaynağından uzaklaştırıp güvenli bir yere almaktır. Pulmoner ve kardiyak arrest varsa ilk önce kardio-pulmoner resüsitasyon yapılır. Sıvı. elektrolit verilir. İdrar alkalinizasyonu yapılır, nefropatiyi engellemek için mannitol ile osmotik diürezis sağlanır. Yanık için yanık ünitesinde tedavi gerekebilir. Debridman, fasyatomi, greft; kırık için stabilizasyon; tetanus ve enfeksiyon proflaksisi; konvülziyon için anti-epileptik tedavi verilmelidir.
ABD'de her yıl elektrik çarpmasına bağlı yaklaşık 4000 yaralanma ve 1000 ölüm olgusu bildirilmektedir. Ölümlerin çoğu iş yeri kazalarına bağlı gelişmektedir. Diğerleri ise ev kazaları ve yıldırım düşmesine bağlı ölümlerdir.
Yüksek voltaj elektrik yaralanmaları çok ciddidir. Derin doku harabiyeti ve mortalite; elektriğin voltaj ve rezistansı ile ilgilidir. Ancak dokunun tipi ve ihtiva ettiği su miktarı, elektrik akımının değişken ve direk olması önemlidir. Değişken akımlar daha tehlikelidir, çünkü tetanik kontraksiyonlara yol açar. 60 Hertz sıklıktaki değişken akımlar kardi-yak aritmi ve solunum arrestine neden olmaktadır.
Elektrik çarpmaları değişik patolojilere neden olur:Yanıklar, kas nekrozları, renal yetmezlik, kırık ve diğer kas-iske-let yaralanmaları, katarakt ve aritmiler (özellikle atrial ve ventriküler fıbrilas-yon, asistoli).
Elektrik çarpmaları olgularının %25'inde nörolojik sekel gelişir. Elden ele veya elden ayağa akımın geçmesi ile spinal kord hasarı olur. Hasar yeri spi-nal korda çok yakınsa veya termal bir yaralanma varsa spinal kord daha çok zarar görür. Düşük voltaj yaralanmalarında ise segmental atrofıler oluşur. 1000 voltdan daha yüksek elektrik çarpmalarında ise myelopatiler gelişir. Bu ise spinal kordu besleyen arterlerin elektrik akımından dolayı hasarlanma-smdan ileri gelmektedir.
Kafa bölgesinden elektrik çarpması bilinç kaybı ile sonuçlanır. Bilinç geri dönebilirken; kazazedede geçici sağırlık, körlük, konvülziyon, konfüzyon, sensoryomotor disfonksiyon ve tinnutus gelişebilir. Daha ciddi olgularda sereb-ral ödem ve buna bağlı intrakranial basınç artışı görülür. Elektriğin çarptığı yerde periferik sinir hasarı görülür. Ayrıca metabolik asidozis, vertebral ve diğer kemik kırıkları, hipotansiyon, pul-moner ödem, sepsis, nefropati, gastroin-testinal hemoraji ve nekroz oluşabilir.
Laboratuvar bulguları olarak, sıvı ve elektrolit durumundan emin olmak için elektrolit ve hemotokrite; kas nekrozları için kreatin kinaza, metabolik asidozis için kan gazı analizine, kırıklar için radyolojik araştırmaya, serebral etkilenmeler için komputerize tomografiye bakılmalıdır.
Tedavisinde ilk yapılacak, kazazedeyi elektrik kaynağından uzaklaştırıp güvenli bir yere almaktır. Pulmoner ve kardiyak arrest varsa ilk önce kardio-pulmoner resüsitasyon yapılır. Sıvı. elektrolit verilir. İdrar alkalinizasyonu yapılır, nefropatiyi engellemek için mannitol ile osmotik diürezis sağlanır. Yanık için yanık ünitesinde tedavi gerekebilir. Debridman, fasyatomi, greft; kırık için stabilizasyon; tetanus ve enfeksiyon proflaksisi; konvülziyon için anti-epileptik tedavi verilmelidir.
Pulse Oksimetre ve Probu
Pulse Oksimetre ve Probu
Puls oksimetri, arteriyel hemoglobin oksijen satürasyonunun (Sa02) yansıması olan periferik arteriyel hemoglobin oksijen satürasyonunun (SpO,) devamlı ve noninvaziv olarak, oksimetri ve pletismografı prensiplerinin kombinasyonu ile ölçümüdür. Bu pratik, noninvaziv ve güvenilir monitör, genellikle sübjektif gözlemler ile saptanamayan arteriyel hipokseminin erken farkedil-mesini sağlar. Pulse oksimetrinin rutin kullanımı, intraoperatif periyodda arteriyel oksijenasyonun yeterliliğini doğrulamak için arteriyel kan gazı analizi ihtiyacını azaltmıştır. Bir ışık kaynağı ve ışık dedektöründen oluşan sensörün arasına parmak ucu, kulak memesi gibi iyi perfüze olan dokuların yerleştirilmesi ile ölçüm yapılabilir. Oksimetrede te-mel kural, oksijene ve redükte hemog-lobinin ayırt edilmesidir. Bu ayrım kızıl ve kızıl ötesi ışınların absorbsiyon oranının bir mikropressör yardımıyla analiz edilmesi ile sağlanır. Monitörler, Sp02'yi arteriyel kan basıncı dalgası ve kalp hızı ile birlikte gösterir. Normal oda havası koşullarında SpO2'-nin değeri %97-99 arasındadır. Düşük SpO2 değerlerinde, okunan değerin güvenilirliği düşüktür. Örneğin Sp02'-nin %90 olduğunda, Pa02'nin değeri 65 mmHg'dan daha düşüktür. Sınırlamalar
Pulse Oksimetre cihazı
Pulse oksimetrenin uygun kullanımı için fizyolojik ve teknik sınırlamaların bilinmesi gerekir. Bu teknik, arteryel pulsasyonlar tarafından meydana getirilen absorbans değişikliklerini kullandığından, vasküler pulsasyonları belirgin derecede azaltan her olay (hipotansiyon, hipotermi, vazokonstrüksi-yon) pulse oksimetrenin sinyal alma ve Sp02'yi hesaplama yeteneğini azaltacaktır. Bu açıdan bakıldığında, optimal bir sinyal elde etmek için sıklıkla sen-sör alanlarını (parmak, kulak) değiştirmek gereklidir. Uyanık, ajite veya titreyen hastalardaki EKG ve pulse oksimetre arasında kalp hızında bir farklılık olarak izlenen hareket artefaktları Sp02'nin doğru ölçümünü etkileyecektir. Ortamdaki ışık kaynaklan (radyan ısıtıcılar, floresanlar gibi) pulse oksimetrenin doğruluğunu etkileyen bir diğer faktördür. Aynı zamanda tırnak cilası emilen ışığın spektrumunu değiştirebilir.
Puls oksimetri, arteriyel hemoglobin oksijen satürasyonunun (Sa02) yansıması olan periferik arteriyel hemoglobin oksijen satürasyonunun (SpO,) devamlı ve noninvaziv olarak, oksimetri ve pletismografı prensiplerinin kombinasyonu ile ölçümüdür. Bu pratik, noninvaziv ve güvenilir monitör, genellikle sübjektif gözlemler ile saptanamayan arteriyel hipokseminin erken farkedil-mesini sağlar. Pulse oksimetrinin rutin kullanımı, intraoperatif periyodda arteriyel oksijenasyonun yeterliliğini doğrulamak için arteriyel kan gazı analizi ihtiyacını azaltmıştır. Bir ışık kaynağı ve ışık dedektöründen oluşan sensörün arasına parmak ucu, kulak memesi gibi iyi perfüze olan dokuların yerleştirilmesi ile ölçüm yapılabilir. Oksimetrede te-mel kural, oksijene ve redükte hemog-lobinin ayırt edilmesidir. Bu ayrım kızıl ve kızıl ötesi ışınların absorbsiyon oranının bir mikropressör yardımıyla analiz edilmesi ile sağlanır. Monitörler, Sp02'yi arteriyel kan basıncı dalgası ve kalp hızı ile birlikte gösterir. Normal oda havası koşullarında SpO2'-nin değeri %97-99 arasındadır. Düşük SpO2 değerlerinde, okunan değerin güvenilirliği düşüktür. Örneğin Sp02'-nin %90 olduğunda, Pa02'nin değeri 65 mmHg'dan daha düşüktür. Sınırlamalar
Pulse Oksimetre cihazı
Pulse oksimetrenin uygun kullanımı için fizyolojik ve teknik sınırlamaların bilinmesi gerekir. Bu teknik, arteryel pulsasyonlar tarafından meydana getirilen absorbans değişikliklerini kullandığından, vasküler pulsasyonları belirgin derecede azaltan her olay (hipotansiyon, hipotermi, vazokonstrüksi-yon) pulse oksimetrenin sinyal alma ve Sp02'yi hesaplama yeteneğini azaltacaktır. Bu açıdan bakıldığında, optimal bir sinyal elde etmek için sıklıkla sen-sör alanlarını (parmak, kulak) değiştirmek gereklidir. Uyanık, ajite veya titreyen hastalardaki EKG ve pulse oksimetre arasında kalp hızında bir farklılık olarak izlenen hareket artefaktları Sp02'nin doğru ölçümünü etkileyecektir. Ortamdaki ışık kaynaklan (radyan ısıtıcılar, floresanlar gibi) pulse oksimetrenin doğruluğunu etkileyen bir diğer faktördür. Aynı zamanda tırnak cilası emilen ışığın spektrumunu değiştirebilir.
Bebegi Aglayinca Kucaga Almak
Bebekler her ağladıklarında kucağa alınmalı mıdırlar?
Doğumdan hatta hamilelikten itibaren bebekler kendilerini anlatmaya başlarlar. Kendilerini dinlemeye hevesli, alıcı anne babaların varlığını ararlar. Gerek sosyal donanımları gerekse dil becerileri henüz gelişmediği için ihtiyaçlarını anlatmak için aktif bir şekilde beden dillerini kullanırlar. Ağlamak, bebeklerin kendilerini ifade etmek için kullandıkları en etkin yoldur.
Anne babaların bebeklerinin ağlayarak neyi anlatmaya çalıştığını anlayabilmeleri ve hızlı bir şekilde bebeklerine yanıt vermeleri onların zaman içinde daha az ağlamalarına neden olur. İlk aylarda annenin bebeğinden gelen işaretleri doğru değerlendirmesi annenin ne kadar duyarlı olduğu ile ilgilidir.
Annenin duyarlı bir şekilde bebeğine yanıt vermesi sonraki aylarda iletişimde daha az sorun yaşanmasını sağlar. Ayrıca bebeğin ihtiyacı olduğunda 'dinleneceği' mesajını içselleştirmesine de yardım eder. Buradan bebeğin her ağladığında kucağa alınması gerektiği sonucunun çıkarılmaması gerekir. Bebeklerin ağlamaları bir şeyleri protesto ettikleri anlamına da gelebilir. Bebeğin protesto etmesine de izin verilmesi gerekir. Gerektiği noktada anne babanın bebeğinin ağlamasını hoşgörmesi, bebeklerini ayrı bir birey olarak görüp onun kızmasını ya da aynı fikirde olmamasını da kabul etmek anlamına gelir. Bazı anne babalar eğer bebekleri ağladığında derhal yanına gitmezlerse bebeklerinin onu terk ettikleri mesajını alacağından endişe ederler.
Meslek yaşamımda bebeklerini hiç kimseye hatta eşlerine bile emanet edemeyen, bir an bile bebeklerinden ayrılamayan anneler gördüm. Kadın anne olduktan sonra her ne kadar bu duygu onu zaman zaman bunaltsa da bebeği olmadan ne yapabileceğini düşünemez bir hale gelir. Annenin bebeği ile geliştirdiği ilişki yalnız anne açısından değil bebek açısından da birbirine 'bağlı' değil 'bağımlı' bir ilişkiye dönüşür. Hiç yalnız bırakılmayan bebek kendi başına kalamayacağını, yalnız var olamayacağını düşünür. Başka bir deyişle bebek bağımsızlaşamaz.
Çocuk esirgeme kurumlarında kalan bebeklerin daha az ağladıklarını gözlemleriz. Burada çarpıcı olan şey nasıl annenin bebeği ile iletişime açık ve duyarlı olması bebeğin daha az ağlamasını sağlıyorsa, bakımevinde kalan bir bebeğin görece olarak daha az ilgi görmesi zamanla ağlamamayı, bir başka ifade ile 'çağırmamayı' öğrenmesine neden olur. Bu örnekte bebeğin kendi kendisine kalması, onun bağımsız olduğunu değil bir anlamda kapanmış olduğunu anlatır. Bebeğin ağlamalarının da ağlamamalarının da hep bir anlamı vardır. Eğer bebek uyandığında çevresinde onunla ilişki kurmaktan, ihtiyaçlarını karşılamaktan keyif alan, yani onun duygusal olarak açılmasını sağlayan bir yetişkin yoksa, bebek uyuyarak iç dünyasına çekilebilir.
Bebek her ağladığında kucağa alınmalı mıdır? Yoksa alınmamalı mıdır? Bu sorular pek de anlamlı değildir; çünkü bu sorular evet ya da hayır diye yanıtlanamaz. Bebeğin aslında ağlayarak ne anlatmaya çalıştığı anlaşılmalı, ona göre uygun davranış sergilenmelidir.
Doğumdan hatta hamilelikten itibaren bebekler kendilerini anlatmaya başlarlar. Kendilerini dinlemeye hevesli, alıcı anne babaların varlığını ararlar. Gerek sosyal donanımları gerekse dil becerileri henüz gelişmediği için ihtiyaçlarını anlatmak için aktif bir şekilde beden dillerini kullanırlar. Ağlamak, bebeklerin kendilerini ifade etmek için kullandıkları en etkin yoldur.
Anne babaların bebeklerinin ağlayarak neyi anlatmaya çalıştığını anlayabilmeleri ve hızlı bir şekilde bebeklerine yanıt vermeleri onların zaman içinde daha az ağlamalarına neden olur. İlk aylarda annenin bebeğinden gelen işaretleri doğru değerlendirmesi annenin ne kadar duyarlı olduğu ile ilgilidir.
Annenin duyarlı bir şekilde bebeğine yanıt vermesi sonraki aylarda iletişimde daha az sorun yaşanmasını sağlar. Ayrıca bebeğin ihtiyacı olduğunda 'dinleneceği' mesajını içselleştirmesine de yardım eder. Buradan bebeğin her ağladığında kucağa alınması gerektiği sonucunun çıkarılmaması gerekir. Bebeklerin ağlamaları bir şeyleri protesto ettikleri anlamına da gelebilir. Bebeğin protesto etmesine de izin verilmesi gerekir. Gerektiği noktada anne babanın bebeğinin ağlamasını hoşgörmesi, bebeklerini ayrı bir birey olarak görüp onun kızmasını ya da aynı fikirde olmamasını da kabul etmek anlamına gelir. Bazı anne babalar eğer bebekleri ağladığında derhal yanına gitmezlerse bebeklerinin onu terk ettikleri mesajını alacağından endişe ederler.
Meslek yaşamımda bebeklerini hiç kimseye hatta eşlerine bile emanet edemeyen, bir an bile bebeklerinden ayrılamayan anneler gördüm. Kadın anne olduktan sonra her ne kadar bu duygu onu zaman zaman bunaltsa da bebeği olmadan ne yapabileceğini düşünemez bir hale gelir. Annenin bebeği ile geliştirdiği ilişki yalnız anne açısından değil bebek açısından da birbirine 'bağlı' değil 'bağımlı' bir ilişkiye dönüşür. Hiç yalnız bırakılmayan bebek kendi başına kalamayacağını, yalnız var olamayacağını düşünür. Başka bir deyişle bebek bağımsızlaşamaz.
Çocuk esirgeme kurumlarında kalan bebeklerin daha az ağladıklarını gözlemleriz. Burada çarpıcı olan şey nasıl annenin bebeği ile iletişime açık ve duyarlı olması bebeğin daha az ağlamasını sağlıyorsa, bakımevinde kalan bir bebeğin görece olarak daha az ilgi görmesi zamanla ağlamamayı, bir başka ifade ile 'çağırmamayı' öğrenmesine neden olur. Bu örnekte bebeğin kendi kendisine kalması, onun bağımsız olduğunu değil bir anlamda kapanmış olduğunu anlatır. Bebeğin ağlamalarının da ağlamamalarının da hep bir anlamı vardır. Eğer bebek uyandığında çevresinde onunla ilişki kurmaktan, ihtiyaçlarını karşılamaktan keyif alan, yani onun duygusal olarak açılmasını sağlayan bir yetişkin yoksa, bebek uyuyarak iç dünyasına çekilebilir.
Bebek her ağladığında kucağa alınmalı mıdır? Yoksa alınmamalı mıdır? Bu sorular pek de anlamlı değildir; çünkü bu sorular evet ya da hayır diye yanıtlanamaz. Bebeğin aslında ağlayarak ne anlatmaya çalıştığı anlaşılmalı, ona göre uygun davranış sergilenmelidir.
22 Haziran 2010 Salı
Kardiyak Debi Monitorizasyonu
Kardiyak Debi Monitörizasyonu
Kardiyak debi (CO), kalbin bir dakikada periferik sirkülasyona pompaladığı kan miktarıdır. Bu ölçüm, dokuların otoregülasyonundan etkilendiği için sadece kalbin değil, dolaşım sisteminin durumunu yansıtır. CO, stroke volüm ve kalp hızının çarpımına eşittir. Preload, afterload, kalp hızı ve kontraktilite, hep birlikte CO'u belirler. CO ölçümünün kardiyak hastalarda özel bir önemi vardır. CO'nun normal değeri 5-6 L/dk'dır. CO'nun vücut yüzeyine bölün mesi ile kardiyak indeks (CI) hesapla-nabilir. Normal değeri 2,7 L/dk/m2'nin üzerindedir. Bu değer 1.8 L/dk/m2'nin altında olması kardiyojenik şoku gösterir. CO ölçümü için kullanılabilecek
teknikler şunlardır:
1. İndikatör dilüsyon teknikleri
2. Termo dilüsyon yöntemleri
3. Fick yöntemi
4. Doppler teknikleri
5. Puls countur yöntemi
6. Torasik impedans yöntemi
Ekokardiyografî
İki boyutlu transözefagial ekokardiyografî ile intraoperatif kardiyak görüntüleme seçilmiş hastalarda anestezi ve cerrahi sırasında kardiyak fonksiyonun monitörizasyonu için kullanılabilir. İntraoperatif ekokardiyografî ile bölgesel ventriküler duvar hareketi (myokardiyal iskemi), ejeksiyon frakiyonu, kalp kapak fonksiyonları ve intrakardiyak hava hakkında değerli bilgiler elde edilebilir.
Kardiyak debi (CO), kalbin bir dakikada periferik sirkülasyona pompaladığı kan miktarıdır. Bu ölçüm, dokuların otoregülasyonundan etkilendiği için sadece kalbin değil, dolaşım sisteminin durumunu yansıtır. CO, stroke volüm ve kalp hızının çarpımına eşittir. Preload, afterload, kalp hızı ve kontraktilite, hep birlikte CO'u belirler. CO ölçümünün kardiyak hastalarda özel bir önemi vardır. CO'nun normal değeri 5-6 L/dk'dır. CO'nun vücut yüzeyine bölün mesi ile kardiyak indeks (CI) hesapla-nabilir. Normal değeri 2,7 L/dk/m2'nin üzerindedir. Bu değer 1.8 L/dk/m2'nin altında olması kardiyojenik şoku gösterir. CO ölçümü için kullanılabilecek
teknikler şunlardır:
1. İndikatör dilüsyon teknikleri
2. Termo dilüsyon yöntemleri
3. Fick yöntemi
4. Doppler teknikleri
5. Puls countur yöntemi
6. Torasik impedans yöntemi
Ekokardiyografî
İki boyutlu transözefagial ekokardiyografî ile intraoperatif kardiyak görüntüleme seçilmiş hastalarda anestezi ve cerrahi sırasında kardiyak fonksiyonun monitörizasyonu için kullanılabilir. İntraoperatif ekokardiyografî ile bölgesel ventriküler duvar hareketi (myokardiyal iskemi), ejeksiyon frakiyonu, kalp kapak fonksiyonları ve intrakardiyak hava hakkında değerli bilgiler elde edilebilir.
Anne Babanin Cocuktaki Etkisi
Anne babaların kendi çocukluk deneyimlerinin çocukları ile olan ilişkilerine etkisi nedir?
Ülkemizde toplum olarak olmasa da, en azından belli kesimlerde çocuğa verdiğimiz değerde büyük ilerlemeler var. Kendi çocukluklarının buruk yalnızlığı içindeki anne babalar, "Benim olmadı. Ben görmedim. Ama çocuğum görsün..." anlayışıyla amansız bir gayret içine girmiş durumdalar. Koşulları elverdiğince, hatta koşullarını zorlayarak "her şeyi" yapıp almaya çabalıyorlar çocukları için. Hemen hemen her ebeveynin üzerinde birleştiği ortak nokta ise günümüzde çocuk yetiştirmenin çok zor olduğu Anne baba olmak keyifli olmasının yanında dünyanın en zor, en sancılı uğraşlarındandır. Hemen hemen her konuda yaşam tecrübelerimizi ve bilgilerimizi kullanarak bir şekilde sonuca ulaşabilirken; çocuğumuzla olan ilişkimizde bunun böyle olmadığını yaşayarak görürüz. Bunun nedeni anne baba ve çocuk ilişkisinin duygusal bir ilişki olması ve geçmiş yaşantılarımızdan, kendi çocukluk deneyimlerimizden bağımsız bir şekilde davranmamızın mümkün olmamasıdır.
Yaşamımızın ilk yılları, hatta ilk ayları kişiliğimizin oluşumu ve ruh sağlığımızda kritik bir öneme sahiptir. Her ne kadar kronolojik olarak bebeklik dönemini çocukluk, ergenlik, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemleri izlese de, duygusal dünyamızda böylesi bir sıralı geçiş söz konusu değildir.
Bebeklik döneminde edindiğimiz duygusal deneyimler bizim sonraki yaşamımızda etkin bir şekilde ve sürekli olarak etkili olup, davranışlarımızın büyük bölümünü oluşturur. İşte bu nedenle bebek ruh sağlığı, yetişkin ruh sağlığının temelinde yer alır.
Anne babanın çocuğu ile olan ilişkisi, bilinçaltı olarak anne babanın kendi çocukluk deneyimlerini harekete geçirir. Bir başka deyişle; anne baba sürekli olarak kendi çocukluk deneyimlerinin etkisi altındadır. Bu nedenle de anne babalar bilinçdışı olarak çocuklarında kendi çocukluklarını yaşarlar. Aynı nedenle de ilişki kurdukları ya da ilişki kurmakta zorlandıkları aslında kendi çocuklukları olur. Çok hırslı olan, ya da tam tersi ilgisiz olan anne babaların kendi anne babaları ile olan ilişkileri irdelendiğinde arada anlamlı bir ilişkinin varlığı ortaya çıkar. Sözgelimi çok sert bir babaya sahip olan babanın kendi çocuğu ile olan ilişkisinde aynı şekilde ya çok sert ve mesafeli davrandığı ya da çocuğuna karşı kendi deneyimlerinin acısıyla çok duygusal davrandığı, çocuğunun taleplerinin hemen hemen hepsini yerine getirme çabası içinde olduğu görülür.
Geceleri ağlayarak uyanan bir bebeğin ağlamalarına anne babanın yükleyeceği anlamlar, vereceği tepkiler işte bütün bu geçmiş yaşantılar temelinde şekillenir. Anne babaların çocukları ile sağlıklı ilişki kurabilmeleri doğalarında zaten varolan içgüdü ve önsezilerini güven duygusu içinde açığa çıkarıp, yaşama geçirmeleri ile olur. Anne babalar bunu birbirlerine zaman ayırarak, çocuklarını olduğu kadar kendilerini de dinleyerek, gözlemleyerek yapabilirler.
Ülkemizde toplum olarak olmasa da, en azından belli kesimlerde çocuğa verdiğimiz değerde büyük ilerlemeler var. Kendi çocukluklarının buruk yalnızlığı içindeki anne babalar, "Benim olmadı. Ben görmedim. Ama çocuğum görsün..." anlayışıyla amansız bir gayret içine girmiş durumdalar. Koşulları elverdiğince, hatta koşullarını zorlayarak "her şeyi" yapıp almaya çabalıyorlar çocukları için. Hemen hemen her ebeveynin üzerinde birleştiği ortak nokta ise günümüzde çocuk yetiştirmenin çok zor olduğu Anne baba olmak keyifli olmasının yanında dünyanın en zor, en sancılı uğraşlarındandır. Hemen hemen her konuda yaşam tecrübelerimizi ve bilgilerimizi kullanarak bir şekilde sonuca ulaşabilirken; çocuğumuzla olan ilişkimizde bunun böyle olmadığını yaşayarak görürüz. Bunun nedeni anne baba ve çocuk ilişkisinin duygusal bir ilişki olması ve geçmiş yaşantılarımızdan, kendi çocukluk deneyimlerimizden bağımsız bir şekilde davranmamızın mümkün olmamasıdır.
Yaşamımızın ilk yılları, hatta ilk ayları kişiliğimizin oluşumu ve ruh sağlığımızda kritik bir öneme sahiptir. Her ne kadar kronolojik olarak bebeklik dönemini çocukluk, ergenlik, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemleri izlese de, duygusal dünyamızda böylesi bir sıralı geçiş söz konusu değildir.
Bebeklik döneminde edindiğimiz duygusal deneyimler bizim sonraki yaşamımızda etkin bir şekilde ve sürekli olarak etkili olup, davranışlarımızın büyük bölümünü oluşturur. İşte bu nedenle bebek ruh sağlığı, yetişkin ruh sağlığının temelinde yer alır.
Anne babanın çocuğu ile olan ilişkisi, bilinçaltı olarak anne babanın kendi çocukluk deneyimlerini harekete geçirir. Bir başka deyişle; anne baba sürekli olarak kendi çocukluk deneyimlerinin etkisi altındadır. Bu nedenle de anne babalar bilinçdışı olarak çocuklarında kendi çocukluklarını yaşarlar. Aynı nedenle de ilişki kurdukları ya da ilişki kurmakta zorlandıkları aslında kendi çocuklukları olur. Çok hırslı olan, ya da tam tersi ilgisiz olan anne babaların kendi anne babaları ile olan ilişkileri irdelendiğinde arada anlamlı bir ilişkinin varlığı ortaya çıkar. Sözgelimi çok sert bir babaya sahip olan babanın kendi çocuğu ile olan ilişkisinde aynı şekilde ya çok sert ve mesafeli davrandığı ya da çocuğuna karşı kendi deneyimlerinin acısıyla çok duygusal davrandığı, çocuğunun taleplerinin hemen hemen hepsini yerine getirme çabası içinde olduğu görülür.
Geceleri ağlayarak uyanan bir bebeğin ağlamalarına anne babanın yükleyeceği anlamlar, vereceği tepkiler işte bütün bu geçmiş yaşantılar temelinde şekillenir. Anne babaların çocukları ile sağlıklı ilişki kurabilmeleri doğalarında zaten varolan içgüdü ve önsezilerini güven duygusu içinde açığa çıkarıp, yaşama geçirmeleri ile olur. Anne babalar bunu birbirlerine zaman ayırarak, çocuklarını olduğu kadar kendilerini de dinleyerek, gözlemleyerek yapabilirler.
Suda Bogulmalar Hakkinda Bilgiler
Suda Boğulmalar Hakkında Bilgiler
Hayat standartının yükselmesi ile irlikte deniz ve diğer suların kıyıların-a yapılan tatiller, kontrolsüz ve bilgi-izce suya girişler suda boğulma sonucu İlimlerin artmasına neden olmaktadır, lkemize ait sağlıklı bir istatistik bilgi e yazık ki yok, fakat ABD'de her yıl ortalama beş-altı bin kişinin boğularak öldüğü bildirilmiştir. Dünya popülasyo-nunda; suda boğulmalar kaza ile ölüm sebeplerinden taşıt kazaları ve yanıklardan sonra 3. sırayı almaktadır.
Normalde su altında yüzen bir kişi yüzme sırasında kaslarını çalıştırır. Bu olayda enerji kaynağı oksijenle yanan giukoz olup, sonuçta C02 birikir. Bu C02, beyin omurilik sıvısına (BOS) geçer ve bulbusun üst önyan bölgesinde bulunan solunum kemoreseptörünü uyarır. Bu uyarma, kişiyi soluk almaya zorlar. Yüzen kişi suyun üzerine çıkar. Derin soluk alır ve yüzme böylece sürüp gider. Kişi su üstüne çıkamazsa 2 koruyucu mekanizma gelişir
1. Dalma refleksi 10 sn'de başlar, kalp hızı 30-50/dk olur.
2. Laringospazm, geçici olarak su aspirasyonunu engeller.
Herhangi bir nedenle suyun yüzeyine çıkamayan kişi ise bir süre soluğunu tutar. Değişen süre ile kurtulmak için çaba sarfeder. Bundan sonra bol miktarda su yutar ve kusar. Bilindiği gibi fa-rinks ve larinksteki su laringospazma yol açar. Bu laringospazm çok kuvvetlidir ve kolaylıkla gevşemez. Başlayan hipoksi giderek artan anoksiye doğru gelişir. Bu asfıksi sonucu bütün kaslar bu arada larinks kasları da gevşer ve glottis açılır. Larinks gevşedikten sonra su akciğerlere büyük bir hızla dolmaya başlar.
Tatlı Suda Boğulma
Larinks gevşedikten sonra büyük bir tatlı su kitlesi akciğerlere hücum eder. Trakea, bronşlar, bronşioller ve alveol-ler su ile dolarlar. Alveol kapillerindeki kanın içinde bulunan elektrolit, protein ve diğer elemanların yarattığı osmotik basınç hiç elektrolit içermeyen tatlı suyun süratle dolaşıma karışmasını sağlar ve yaklaşık 2 dakika içinde kan volümü iki misline varır. Kandaki elektrolitler, Na, K, Ca, Mg, Cl ve SO/lar kandan al-veollere geçmeye başlarlar. Bu hipervo-lemi aslında kalbin önünde bir engeldir. Santral venöz basınç yükselir. Kalp yetmezliği gelişir. Tatlı suda boğulmada akciğer alveollerinde çok az su vardır. Oluşan hemodilüsyon sonucu eritrositler su alarak şişerler ve yırtılırlar, Hb ve K+ seruma dökülür. Bu rölatif hiperka-lemi ventriküler fıbrilasyona neden olarak kişinin ölümüne yol açar. Kişi resü-site edilirse bu kez kandaki serbest Hb ve parçalanmış eritrosit gövdeleri böbrek tubuluslarını tıkayarak akut böbrek yetmezliğine neden olur.
Tuzlu Suda Boğulma
Deniz suyu %3.5 karışık tuzlar içerir ve hipertoniktir. Serum osmolalitesinin 310 mMol/L olmasına karşın deniz suyu osıriblalitesi 1200 mMol/L'dir.
Trakeayı, bronşları, bronşiolleri, al-veolleri dolduran deniz suyu hipertoni-sitesi sonucu alveol kapillerindeki kandan bol miktarda sıvıyı alveol boşluğuna çeker. Kendisindeki yüksek kon-santrasyonlu Na, K, Mg, Ca, Cl ve S04'ları seruma verir. Kanda hipernatre-mi, hiperkalemi, hipovolemi, akciğerlerde şişme, ağırlığın çoğalması ve peri-ferik kanamalar oluşur. Deniz suyu hem bu yüksek hipertonisitesi hem de alve-ollerdeki sürfaktanları yıkayıp yapısını bozması sonucu alveol çeperlerinin kol-labe olmasına, duvarlarının bozulmasına ve proteinlerin alveollere geçmesine yol açar.
Sürfaktanların yıkanması ile alveol-ler kollabe olur. İnterstisyel pnömoni, kanda oluşan hipovolemi ekstrasellüler aralıktaki sıvıyı kana çekerek bunu dengelemeye çalışırsa da bu hipovolemi devam eder. Kalbe venöz dönüş azalır. Kalp debisi düşer. Hiperkalemi ve hi-pernatremi nedeni ile kalp durur ya da ventriküler fıbrilasyona girer.
Akciğerlere dolan su ister tatlı ister tuzlu olsun havanın yerini aldığından dolayı kana hiç 02 geçmemekte, C02 te-mizlenememekte, glukoz 02'sizlikten dolayı C02'e kadar yanmayıp pirüvik ve laktik asit seviyesinde kalmakta ve me-tabolik asidozise sebep olmaktadır. 2.2 ml/kg sıvı aspirasyonu ile 3 dakikada Pa02 60 mmHg'ya iner. Sonuçta kanda 02'nin parsiyel basıncı düşmekte, C02'in parsiyel basıncı yükselmekte, kan pH'ıda azalmaktadır. Tatlı ve tuzlu suda boğulmadaki fıziko-şimik farklılık olayın başlangıcında çok açıkken zamanla eşleşirler.
Sudan çıkarılmış bir kişinin akciğer-lerindeki suyu boşaltmaya kesinlikle gayret edilmemelidir. Aynı şekilde midedeki suyun çıkartılmasına çalışılması da sakıncalıdır. Zira akciğerlere asit suyun girmesine ve Mendelson sendro-munun gelişmesine neden olabilir.
Suyun ılık ya da soğuk oluşunun suda boğulmalarda önemi vardır. Soğuk suya dalışta kişi üşür ve titremeye başlar. Bu titreme kasların kasılmasına ve bol miktarda 02 tüketimine neden olur. Bol C02 üretilir. O nedenle soğuk suda ölüm ılık suda ölümden daha hızlı gelişir. Hipoterminin koruyucu etkisi de olabilir. Metabolizmayı düşürür. Beyin metabolizması ve 02 gereksinimi azalır. Laktat birikimi yavaş olur. Nörotrans-mitter salınımı gecikir. Serbest hidroksil radikallerin salınımı azalır. Hipotermik hücre membranlannda daha uzun süreli fiziksel stabilite sağlar. Serebral kan akımı ve serebral metabolizma arasında denge korunur. Hipoksi sonrası iyileşme daha iyi olur.
Diğer yandan su altı sporlarına meraklı ve aletsiz dalış yapan yüzücüler hiperventilasyon yaparlar. Soluklarını tutarlar ve dalışa geçerler. Bu durum oldukça tehlikeli ve yanlıştır. Çünkü hiperventilasyon kanın 02 miktarını artırmaz, aslında normal solunumda Hb %97 satüre olup 0.3 mi 02 eriyik haldedir. Bu durum ventilasyon/perfüzyon farkını ve fizyolojik ölü mesafenin doğal bir sonucudur.
Hiperventilasyonda bu değerler değiştirilemez, fakat C02 düzeyi tehlikeli bir şekilde düşer. Bu kişiler soluğunu tutmak ve su yutmamak için Valsaha manevrası yaparlar. Yani ağzı kapalı yutkunurlar. Sonuçta kalp debisi düşer. Bu da serebral kan akımının azalmasına neden olur. Yüzen kişinin kasları çalışırken hipoksik şartlarda glikozu pirüvik asit, laktik asit düzeyine kadar yakar ve C02 yapımı azalır. Serebral kan akımı bir miktar daha azalır. İşte bu serebral hipoksi (anoksi) sonucu şuur kaybolur. Eğer yüzücü hiperventilasyon yapmadan suya dalarsa kandaki normal C02 düzeyine, kasların çalışması sonucu oluşan C02 eklendiğinde kan C02 düzeyi yükselir. Bu solunumun şimik reseptörlerini uyararak soluk alma isteğini doğurur. Yüzücü su üstüne çıkıp soluk alır. Buna karşın hi-perventilasyon yaparak dalan yüzücüde C02 düzeyi düşüktür ve bilinç kaybı soluk alma isteğinden daha evvel geldiğinden yüzücü soluk alma isteğini duymadan bilincini kaybeder, bu nedenle su yüzeyine çıkamaz ve boğulur.
Suda Boğulmalarda Acil Tedavi
Suda boğulmalarda tedavi 3 basamaklıdır:
Olay yerinde
Ambulansta, transportta
Hastanede
Olay yerinde: Sudan çıkarılan kişiye kalbi ister çalışır, ister durmuş olsun ilk yapılacak iş bilinç durumu ve solunumunu değerlendirmektir.Bilinci kapalı, solunumu olmayan kazazadeye ilk iş ağız ağıza, ağızdan buruna 2 etkin yapay solunum yapmak ve yardım çağırmaktır. Ağızdan ağıza yapay solunumda ağıza havayolu koyulabilirse gayet etkili bir solunum sağlanır. Yalnız bu acil durumda havayolu aramak, el ventilatö-rü için koşuşturmak önemli zamanların boşa harcanmasına neden olacağından gereksizdir. Zaten şuuru kaybolmamış bir kişide ağıza konan havayolu kusmaya neden olur. Bu asitli sıvı akciğerlere girerek durumu daha da ağırlaştırır. Sudan çıkarılan kişinin kalbi de durmuşsa yapay solunumla birlikte kalp masajına başlanmalıdır
Ambulans, transportta:
Isı kaybı önlenir, ısıtılır.
Kardiovasküler sistem stabil edilir.
02 verilir, gerekirse entübe edilir.
Servikal yaralanmaya karşı boyunluk takılır.
Hastanede: Olanakları bulunan bir kliniğe ulaştırıldığında kişi derhal entübe edilmeli ve aralıklı pozitif basınçlı ventilatörle yapay solunuma başlanmalıdır. Yapay solunum yaptırılırken kan gazları da dikkatle izlenmelidir. Kalbi durmuş ve masajla çalıştırılmış kişilerde hipoksik metabolizma sonucu glikoz, pirüvik asit ve laktik asit düzeyine kadar yakılır ve metabolik asidoz oluşur. Bu asidoz pH değerleri ile izlenmeli, NaHC03 ya da laktat solüsyonları ile tedavi edilmelidir.
Kan ve idrarın tam laboratuvar tetkikleri yaptırılmalı, tatlı su boğulmalarında hipervolemi diüretiklerle tedavi edilmeye çalışılmalı, tuzlu su ile boğulanlarda görülen hipovolemi, hemokon-santrasyon ve yüksek hemotokrit düzeyi sıvı ve plazma infüze ederek düzeltilmeli, elektrolit dengesine dikkat edilmelidir. Suda boğulanların akciğerlerinde interstisyel bir pnömoni başlar, bu nedenle antibiyotik başlanmalıdır. Kalp masajı sırasında kalbin cevabını sağlamak ve etkili olarak çalışmasına yardımcı olmak üzere vazopressör ajanlardan yararlanılır. Kalbe doğrudan yapılacak injeksiyonlardan koronerlere zarar verileceği, pnömotoraks ve mediastini-te, perikardit ve plörite neden olma olasılığından dolayı kaçınılmalıdır. Durmuş kalp tekrar çalıştırıldıktan sonra bile mevcut iskemi sonucu yıpranmış olacağından kolayca fıbrilasyona girebilir. Bu durumda defibrilatörle devreye girerek kalbin normal ritmi sağlanmalıdır. Elektrolit dengesizliği düzeltilmeli, sık aralıklarla K+ incelenmelidir. Hiperkale-minin kalp üzerindeki etkileri CaCl2 ile önlenmeye çalışılmalı. Yüksek düzeydeki K+, iv uygulanan %50 glukoz solüsyonu ve insülin ile normale indirilmeye çalışılmalıdır. Hipoksi ve kalp durması sonucu ve tatlı suda boğulmaya bağlı olarak hipervolemi çoğunlukla beyin ödemine neden olur. Beyin koruyucu tedavi planlanmalıdır.
Sonuç olarak; suda boğulmalarda hipoksi, hipovolemi veya hipervolemi, asidozis, hipotermi ile mücadele edilmelidir.
Hayat standartının yükselmesi ile irlikte deniz ve diğer suların kıyıların-a yapılan tatiller, kontrolsüz ve bilgi-izce suya girişler suda boğulma sonucu İlimlerin artmasına neden olmaktadır, lkemize ait sağlıklı bir istatistik bilgi e yazık ki yok, fakat ABD'de her yıl ortalama beş-altı bin kişinin boğularak öldüğü bildirilmiştir. Dünya popülasyo-nunda; suda boğulmalar kaza ile ölüm sebeplerinden taşıt kazaları ve yanıklardan sonra 3. sırayı almaktadır.
Normalde su altında yüzen bir kişi yüzme sırasında kaslarını çalıştırır. Bu olayda enerji kaynağı oksijenle yanan giukoz olup, sonuçta C02 birikir. Bu C02, beyin omurilik sıvısına (BOS) geçer ve bulbusun üst önyan bölgesinde bulunan solunum kemoreseptörünü uyarır. Bu uyarma, kişiyi soluk almaya zorlar. Yüzen kişi suyun üzerine çıkar. Derin soluk alır ve yüzme böylece sürüp gider. Kişi su üstüne çıkamazsa 2 koruyucu mekanizma gelişir
1. Dalma refleksi 10 sn'de başlar, kalp hızı 30-50/dk olur.
2. Laringospazm, geçici olarak su aspirasyonunu engeller.
Herhangi bir nedenle suyun yüzeyine çıkamayan kişi ise bir süre soluğunu tutar. Değişen süre ile kurtulmak için çaba sarfeder. Bundan sonra bol miktarda su yutar ve kusar. Bilindiği gibi fa-rinks ve larinksteki su laringospazma yol açar. Bu laringospazm çok kuvvetlidir ve kolaylıkla gevşemez. Başlayan hipoksi giderek artan anoksiye doğru gelişir. Bu asfıksi sonucu bütün kaslar bu arada larinks kasları da gevşer ve glottis açılır. Larinks gevşedikten sonra su akciğerlere büyük bir hızla dolmaya başlar.
Tatlı Suda Boğulma
Larinks gevşedikten sonra büyük bir tatlı su kitlesi akciğerlere hücum eder. Trakea, bronşlar, bronşioller ve alveol-ler su ile dolarlar. Alveol kapillerindeki kanın içinde bulunan elektrolit, protein ve diğer elemanların yarattığı osmotik basınç hiç elektrolit içermeyen tatlı suyun süratle dolaşıma karışmasını sağlar ve yaklaşık 2 dakika içinde kan volümü iki misline varır. Kandaki elektrolitler, Na, K, Ca, Mg, Cl ve SO/lar kandan al-veollere geçmeye başlarlar. Bu hipervo-lemi aslında kalbin önünde bir engeldir. Santral venöz basınç yükselir. Kalp yetmezliği gelişir. Tatlı suda boğulmada akciğer alveollerinde çok az su vardır. Oluşan hemodilüsyon sonucu eritrositler su alarak şişerler ve yırtılırlar, Hb ve K+ seruma dökülür. Bu rölatif hiperka-lemi ventriküler fıbrilasyona neden olarak kişinin ölümüne yol açar. Kişi resü-site edilirse bu kez kandaki serbest Hb ve parçalanmış eritrosit gövdeleri böbrek tubuluslarını tıkayarak akut böbrek yetmezliğine neden olur.
Tuzlu Suda Boğulma
Deniz suyu %3.5 karışık tuzlar içerir ve hipertoniktir. Serum osmolalitesinin 310 mMol/L olmasına karşın deniz suyu osıriblalitesi 1200 mMol/L'dir.
Trakeayı, bronşları, bronşiolleri, al-veolleri dolduran deniz suyu hipertoni-sitesi sonucu alveol kapillerindeki kandan bol miktarda sıvıyı alveol boşluğuna çeker. Kendisindeki yüksek kon-santrasyonlu Na, K, Mg, Ca, Cl ve S04'ları seruma verir. Kanda hipernatre-mi, hiperkalemi, hipovolemi, akciğerlerde şişme, ağırlığın çoğalması ve peri-ferik kanamalar oluşur. Deniz suyu hem bu yüksek hipertonisitesi hem de alve-ollerdeki sürfaktanları yıkayıp yapısını bozması sonucu alveol çeperlerinin kol-labe olmasına, duvarlarının bozulmasına ve proteinlerin alveollere geçmesine yol açar.
Sürfaktanların yıkanması ile alveol-ler kollabe olur. İnterstisyel pnömoni, kanda oluşan hipovolemi ekstrasellüler aralıktaki sıvıyı kana çekerek bunu dengelemeye çalışırsa da bu hipovolemi devam eder. Kalbe venöz dönüş azalır. Kalp debisi düşer. Hiperkalemi ve hi-pernatremi nedeni ile kalp durur ya da ventriküler fıbrilasyona girer.
Akciğerlere dolan su ister tatlı ister tuzlu olsun havanın yerini aldığından dolayı kana hiç 02 geçmemekte, C02 te-mizlenememekte, glukoz 02'sizlikten dolayı C02'e kadar yanmayıp pirüvik ve laktik asit seviyesinde kalmakta ve me-tabolik asidozise sebep olmaktadır. 2.2 ml/kg sıvı aspirasyonu ile 3 dakikada Pa02 60 mmHg'ya iner. Sonuçta kanda 02'nin parsiyel basıncı düşmekte, C02'in parsiyel basıncı yükselmekte, kan pH'ıda azalmaktadır. Tatlı ve tuzlu suda boğulmadaki fıziko-şimik farklılık olayın başlangıcında çok açıkken zamanla eşleşirler.
Sudan çıkarılmış bir kişinin akciğer-lerindeki suyu boşaltmaya kesinlikle gayret edilmemelidir. Aynı şekilde midedeki suyun çıkartılmasına çalışılması da sakıncalıdır. Zira akciğerlere asit suyun girmesine ve Mendelson sendro-munun gelişmesine neden olabilir.
Suyun ılık ya da soğuk oluşunun suda boğulmalarda önemi vardır. Soğuk suya dalışta kişi üşür ve titremeye başlar. Bu titreme kasların kasılmasına ve bol miktarda 02 tüketimine neden olur. Bol C02 üretilir. O nedenle soğuk suda ölüm ılık suda ölümden daha hızlı gelişir. Hipoterminin koruyucu etkisi de olabilir. Metabolizmayı düşürür. Beyin metabolizması ve 02 gereksinimi azalır. Laktat birikimi yavaş olur. Nörotrans-mitter salınımı gecikir. Serbest hidroksil radikallerin salınımı azalır. Hipotermik hücre membranlannda daha uzun süreli fiziksel stabilite sağlar. Serebral kan akımı ve serebral metabolizma arasında denge korunur. Hipoksi sonrası iyileşme daha iyi olur.
Diğer yandan su altı sporlarına meraklı ve aletsiz dalış yapan yüzücüler hiperventilasyon yaparlar. Soluklarını tutarlar ve dalışa geçerler. Bu durum oldukça tehlikeli ve yanlıştır. Çünkü hiperventilasyon kanın 02 miktarını artırmaz, aslında normal solunumda Hb %97 satüre olup 0.3 mi 02 eriyik haldedir. Bu durum ventilasyon/perfüzyon farkını ve fizyolojik ölü mesafenin doğal bir sonucudur.
Hiperventilasyonda bu değerler değiştirilemez, fakat C02 düzeyi tehlikeli bir şekilde düşer. Bu kişiler soluğunu tutmak ve su yutmamak için Valsaha manevrası yaparlar. Yani ağzı kapalı yutkunurlar. Sonuçta kalp debisi düşer. Bu da serebral kan akımının azalmasına neden olur. Yüzen kişinin kasları çalışırken hipoksik şartlarda glikozu pirüvik asit, laktik asit düzeyine kadar yakar ve C02 yapımı azalır. Serebral kan akımı bir miktar daha azalır. İşte bu serebral hipoksi (anoksi) sonucu şuur kaybolur. Eğer yüzücü hiperventilasyon yapmadan suya dalarsa kandaki normal C02 düzeyine, kasların çalışması sonucu oluşan C02 eklendiğinde kan C02 düzeyi yükselir. Bu solunumun şimik reseptörlerini uyararak soluk alma isteğini doğurur. Yüzücü su üstüne çıkıp soluk alır. Buna karşın hi-perventilasyon yaparak dalan yüzücüde C02 düzeyi düşüktür ve bilinç kaybı soluk alma isteğinden daha evvel geldiğinden yüzücü soluk alma isteğini duymadan bilincini kaybeder, bu nedenle su yüzeyine çıkamaz ve boğulur.
Suda Boğulmalarda Acil Tedavi
Suda boğulmalarda tedavi 3 basamaklıdır:
Olay yerinde
Ambulansta, transportta
Hastanede
Olay yerinde: Sudan çıkarılan kişiye kalbi ister çalışır, ister durmuş olsun ilk yapılacak iş bilinç durumu ve solunumunu değerlendirmektir.Bilinci kapalı, solunumu olmayan kazazadeye ilk iş ağız ağıza, ağızdan buruna 2 etkin yapay solunum yapmak ve yardım çağırmaktır. Ağızdan ağıza yapay solunumda ağıza havayolu koyulabilirse gayet etkili bir solunum sağlanır. Yalnız bu acil durumda havayolu aramak, el ventilatö-rü için koşuşturmak önemli zamanların boşa harcanmasına neden olacağından gereksizdir. Zaten şuuru kaybolmamış bir kişide ağıza konan havayolu kusmaya neden olur. Bu asitli sıvı akciğerlere girerek durumu daha da ağırlaştırır. Sudan çıkarılan kişinin kalbi de durmuşsa yapay solunumla birlikte kalp masajına başlanmalıdır
Ambulans, transportta:
Isı kaybı önlenir, ısıtılır.
Kardiovasküler sistem stabil edilir.
02 verilir, gerekirse entübe edilir.
Servikal yaralanmaya karşı boyunluk takılır.
Hastanede: Olanakları bulunan bir kliniğe ulaştırıldığında kişi derhal entübe edilmeli ve aralıklı pozitif basınçlı ventilatörle yapay solunuma başlanmalıdır. Yapay solunum yaptırılırken kan gazları da dikkatle izlenmelidir. Kalbi durmuş ve masajla çalıştırılmış kişilerde hipoksik metabolizma sonucu glikoz, pirüvik asit ve laktik asit düzeyine kadar yakılır ve metabolik asidoz oluşur. Bu asidoz pH değerleri ile izlenmeli, NaHC03 ya da laktat solüsyonları ile tedavi edilmelidir.
Kan ve idrarın tam laboratuvar tetkikleri yaptırılmalı, tatlı su boğulmalarında hipervolemi diüretiklerle tedavi edilmeye çalışılmalı, tuzlu su ile boğulanlarda görülen hipovolemi, hemokon-santrasyon ve yüksek hemotokrit düzeyi sıvı ve plazma infüze ederek düzeltilmeli, elektrolit dengesine dikkat edilmelidir. Suda boğulanların akciğerlerinde interstisyel bir pnömoni başlar, bu nedenle antibiyotik başlanmalıdır. Kalp masajı sırasında kalbin cevabını sağlamak ve etkili olarak çalışmasına yardımcı olmak üzere vazopressör ajanlardan yararlanılır. Kalbe doğrudan yapılacak injeksiyonlardan koronerlere zarar verileceği, pnömotoraks ve mediastini-te, perikardit ve plörite neden olma olasılığından dolayı kaçınılmalıdır. Durmuş kalp tekrar çalıştırıldıktan sonra bile mevcut iskemi sonucu yıpranmış olacağından kolayca fıbrilasyona girebilir. Bu durumda defibrilatörle devreye girerek kalbin normal ritmi sağlanmalıdır. Elektrolit dengesizliği düzeltilmeli, sık aralıklarla K+ incelenmelidir. Hiperkale-minin kalp üzerindeki etkileri CaCl2 ile önlenmeye çalışılmalı. Yüksek düzeydeki K+, iv uygulanan %50 glukoz solüsyonu ve insülin ile normale indirilmeye çalışılmalıdır. Hipoksi ve kalp durması sonucu ve tatlı suda boğulmaya bağlı olarak hipervolemi çoğunlukla beyin ödemine neden olur. Beyin koruyucu tedavi planlanmalıdır.
Sonuç olarak; suda boğulmalarda hipoksi, hipovolemi veya hipervolemi, asidozis, hipotermi ile mücadele edilmelidir.
21 Haziran 2010 Pazartesi
Pulmoner Arter Kateteri
Pulmoner Arter Kateteri
Akımla yönlendirilen, balon içeren pulmoner arter kateterleri, sol ventrikü-lün doluş basınçlarını değerlendirmek amacıyla pulmoner arter basınçları ve pulmoner arter oklüzyon basıncını ölçmek amacıyla sık olarak kullanılır. Pulmoner arter basıncı ölçümünde sıklıkla Swan-Ganz kateteri kullanılmaktadır. Pulmoner arter kateteri, sıklıkla internal juguler ven yolu ile perkütan olarak yerleştirilir. Kateterin takılması basınçların devamlı görülmesi ve karakteristik dalga formlarının tanınmasını gerektirir. (Pulmoner Arter Basıncı)
Ucunda balon bulunan bu kateterin sağ atriuma girdikten sonra, balonu şişirilerek, akım yönünde, sağ ventriküle, oradan da pulmoner artere gönderilmesi esasına dayanır. Balonun artık pulmoner arter dalları içinde ilersınç, pulmoner arter oklüzyon basıncı PCWP, bu noktada balonun indirilme-si ile okunan basınç da pulmoner arter basıncını PAP gösterir Bu kateter. pulmoner arter basıncına ek olarak int-rakardiyak basınçların ve termodilüs-yon yöntemiyle kardiyak debinin ölçümüne, kalbin değişik yerlerinde endo-kardiyal "pacing" yapılmasına da olanak verir. Ancak, pulmoner arter kateterinin kullanımı için endikasyonlar az sayıda ve halen tartışmalıdır
Pulmoner basınçların mnnitörizas-yonu, özellikle akut kalp yetersizliğini sıvı yojümü ile ilgili problemlerden ayırt etmek gerektiğinde, yararlı olur. Ayrıca, akut miyokard infarktüsü veya diğer kardiyak problemlerde, şokta, travmada veya sıvı hacmi ve sirkülatu-var durum hakkında şüphe olduğunda sıklıkla kullanılan bir izlem yöntemidir. Pulmoner arter oklüzyon basıncı, santral venöz basıncı etkileyen pek çok faktörden etkilenir: Volüm, ventriküler fonksiyon, intratorasik basınçlar, abdo-minal distansiyon ve vazopressörler. Pulmoner arteriyel hipotansiyon, hipo-volemik şokta sıklıkla görülürken; pulmoner arteriyel hipertansiyon ise hipo-volemik ve travmatik şoktan sonra, konjenital interatriyal ve interventriküler defektlerde, kronik obstrüktif akciğer hastalıklarında ve primer pulmoner hipertansiyonda görülür.
Akımla yönlendirilen, balon içeren pulmoner arter kateterleri, sol ventrikü-lün doluş basınçlarını değerlendirmek amacıyla pulmoner arter basınçları ve pulmoner arter oklüzyon basıncını ölçmek amacıyla sık olarak kullanılır. Pulmoner arter basıncı ölçümünde sıklıkla Swan-Ganz kateteri kullanılmaktadır. Pulmoner arter kateteri, sıklıkla internal juguler ven yolu ile perkütan olarak yerleştirilir. Kateterin takılması basınçların devamlı görülmesi ve karakteristik dalga formlarının tanınmasını gerektirir. (Pulmoner Arter Basıncı)
Ucunda balon bulunan bu kateterin sağ atriuma girdikten sonra, balonu şişirilerek, akım yönünde, sağ ventriküle, oradan da pulmoner artere gönderilmesi esasına dayanır. Balonun artık pulmoner arter dalları içinde ilersınç, pulmoner arter oklüzyon basıncı PCWP, bu noktada balonun indirilme-si ile okunan basınç da pulmoner arter basıncını PAP gösterir Bu kateter. pulmoner arter basıncına ek olarak int-rakardiyak basınçların ve termodilüs-yon yöntemiyle kardiyak debinin ölçümüne, kalbin değişik yerlerinde endo-kardiyal "pacing" yapılmasına da olanak verir. Ancak, pulmoner arter kateterinin kullanımı için endikasyonlar az sayıda ve halen tartışmalıdır
Pulmoner basınçların mnnitörizas-yonu, özellikle akut kalp yetersizliğini sıvı yojümü ile ilgili problemlerden ayırt etmek gerektiğinde, yararlı olur. Ayrıca, akut miyokard infarktüsü veya diğer kardiyak problemlerde, şokta, travmada veya sıvı hacmi ve sirkülatu-var durum hakkında şüphe olduğunda sıklıkla kullanılan bir izlem yöntemidir. Pulmoner arter oklüzyon basıncı, santral venöz basıncı etkileyen pek çok faktörden etkilenir: Volüm, ventriküler fonksiyon, intratorasik basınçlar, abdo-minal distansiyon ve vazopressörler. Pulmoner arteriyel hipotansiyon, hipo-volemik şokta sıklıkla görülürken; pulmoner arteriyel hipertansiyon ise hipo-volemik ve travmatik şoktan sonra, konjenital interatriyal ve interventriküler defektlerde, kronik obstrüktif akciğer hastalıklarında ve primer pulmoner hipertansiyonda görülür.
Bebekte Dogum Sonrasi Uyku
Bebekte Dogum Sonrası Uyku
Doğum sonrası annenin yeniden çalışmaya başlaması bebeğin/çocuğun uyku düzenini nasıl etkiler?
Günümüzde annelerin büyük bölümünün çalışması ve doğumdan kısa bir süre sonra işe dönmek zorunda kalması annelerin karşı karşıya kaldıkları önemli sorunlardan biridir.
Doğum, anne ve bebek için dokuz ay süren hamileliğin ardından yaşanan bir ayrılma deneyimidir. Anne ve bebeğin yeniden bir bütün olabilmeleri için doğumdan sonra birlikte baş başa çokça zaman geçirmeye gereksinimleri vardır. Pek çok kadın yeniden çalışmaya başladıktan sonra bebeklerinin uyku problemi yaşamalarından yakınırlar. Bebeğin gece uyuyamasının altında yatan nedenin gece anneden ayrılamama sorunundan kaynaklandığını düşünecek olursak, annenin gün içinde bebeğine nasıl veda ettiği önem kazanır. Bebekle vedalaşmanın onu daha çok üzeceğine inanan anneler, bebeklerinin kendilerini unuttuğunu varsaydıkları bir anda adeta bebeklerinden kaçarak ayrıldıkları için işe pişmanlık duygusu içinde giderler.
Gün içinde işe gitmeden önce vedalaşmanın acısından kaçınan anne, ertelenen vedalaşma ile akşam uyku saatinde yüzleşmek zorunda kalır. Sabahleyin bebeği ile vedalaşarak ayrılan anne, bebeğine, ayrılmaya karşı tepkisini uygun zamanda, uygun biçimde gösterme şansı tanır. Böylece de bebek ayrılmaya ilişkin tepkisini geceye kadar içinde tutmaz, bu tepkiyi uyku için vermez.
Annenin vedalaşarak ayrılması, bebeğine kendisinin ne zaman orda olup olmadığını bildirmesi, bebeğin kendisini güvende hissetmesine yardım eder. Annenin ayrılma ile ilgili kendi duygularının farkına varması, ayrılma deneyiminin zannedildiğinden daha karmaşık bir süreç olduğunun bilincinde olması, aslında işinin kendisini bebeğinden ayırdığı yerine ayrılanın kendisi olduğunu algılamasına yardım eder. Bu da annenin ayrılmanın sorumluluğunu almasına ve işinden keyif almasına yardım eder.
Çalışan annelerin yaşadıkları bir başka problem de ayrı geçirilen bir günün akşamında eve döndüklerine bebekleri/çocukları ile bire bir ilgilenmekte zorlanmalarıdır. O nedenle de bebekleri/çocukları için yemek hazırlamak, belki birlikte televizyon seyretmek, kitap okumak, banyonun hazırlanması yani bir şey aracılığı ile onlarla ilişki kurmak, doğrudan ilişki kurmaya tercih edilir. İş dönüşü ten temasını da içeren bir ilişki içinde olmak, oyun oynamak da genellikle anneleri zorlar. Sıra uyku için ayrılmaya geldiğinde gerçek anlamda bir kavuşma yaşanmadığı için uykuya gidiş de zor olur. Annenin bebeği/çocuğu ile arasındaki ilişkide çokça ten teması ile birlikte oyunların oynanması bebeğin/çocuğun uyku ile gelen vedalaşmayı daha kolay yaşamasını sağlar.
Annenin doğumdan kısa bir süre sonra çalışmaya başlaması anne ve bebeğin birbirlerini tanıyıp, birbirlerinin ritimlerine ayak uydurmalarına engel olur. Arzu edilen, ilk iki yılda annenin bebeğine kendisinin bakmasıdır; ancak günümüz çalışma koşulları ne yazık ki buna izin vermemektedir. Yeniden çalışmak durumunda kalan annenin en büyük tesellisi işe dönmenin kendisi için yeniden bir şeyler yapmaya başlamak anlamına gelmesidir. Yani bir anlamda kendisini 'beslemeye' başlayacağından, bebeğini 'beslemesi' daha kolay olacaktır.
Doğum sonrası annenin yeniden çalışmaya başlaması bebeğin/çocuğun uyku düzenini nasıl etkiler?
Günümüzde annelerin büyük bölümünün çalışması ve doğumdan kısa bir süre sonra işe dönmek zorunda kalması annelerin karşı karşıya kaldıkları önemli sorunlardan biridir.
Doğum, anne ve bebek için dokuz ay süren hamileliğin ardından yaşanan bir ayrılma deneyimidir. Anne ve bebeğin yeniden bir bütün olabilmeleri için doğumdan sonra birlikte baş başa çokça zaman geçirmeye gereksinimleri vardır. Pek çok kadın yeniden çalışmaya başladıktan sonra bebeklerinin uyku problemi yaşamalarından yakınırlar. Bebeğin gece uyuyamasının altında yatan nedenin gece anneden ayrılamama sorunundan kaynaklandığını düşünecek olursak, annenin gün içinde bebeğine nasıl veda ettiği önem kazanır. Bebekle vedalaşmanın onu daha çok üzeceğine inanan anneler, bebeklerinin kendilerini unuttuğunu varsaydıkları bir anda adeta bebeklerinden kaçarak ayrıldıkları için işe pişmanlık duygusu içinde giderler.
Gün içinde işe gitmeden önce vedalaşmanın acısından kaçınan anne, ertelenen vedalaşma ile akşam uyku saatinde yüzleşmek zorunda kalır. Sabahleyin bebeği ile vedalaşarak ayrılan anne, bebeğine, ayrılmaya karşı tepkisini uygun zamanda, uygun biçimde gösterme şansı tanır. Böylece de bebek ayrılmaya ilişkin tepkisini geceye kadar içinde tutmaz, bu tepkiyi uyku için vermez.
Annenin vedalaşarak ayrılması, bebeğine kendisinin ne zaman orda olup olmadığını bildirmesi, bebeğin kendisini güvende hissetmesine yardım eder. Annenin ayrılma ile ilgili kendi duygularının farkına varması, ayrılma deneyiminin zannedildiğinden daha karmaşık bir süreç olduğunun bilincinde olması, aslında işinin kendisini bebeğinden ayırdığı yerine ayrılanın kendisi olduğunu algılamasına yardım eder. Bu da annenin ayrılmanın sorumluluğunu almasına ve işinden keyif almasına yardım eder.
Çalışan annelerin yaşadıkları bir başka problem de ayrı geçirilen bir günün akşamında eve döndüklerine bebekleri/çocukları ile bire bir ilgilenmekte zorlanmalarıdır. O nedenle de bebekleri/çocukları için yemek hazırlamak, belki birlikte televizyon seyretmek, kitap okumak, banyonun hazırlanması yani bir şey aracılığı ile onlarla ilişki kurmak, doğrudan ilişki kurmaya tercih edilir. İş dönüşü ten temasını da içeren bir ilişki içinde olmak, oyun oynamak da genellikle anneleri zorlar. Sıra uyku için ayrılmaya geldiğinde gerçek anlamda bir kavuşma yaşanmadığı için uykuya gidiş de zor olur. Annenin bebeği/çocuğu ile arasındaki ilişkide çokça ten teması ile birlikte oyunların oynanması bebeğin/çocuğun uyku ile gelen vedalaşmayı daha kolay yaşamasını sağlar.
Annenin doğumdan kısa bir süre sonra çalışmaya başlaması anne ve bebeğin birbirlerini tanıyıp, birbirlerinin ritimlerine ayak uydurmalarına engel olur. Arzu edilen, ilk iki yılda annenin bebeğine kendisinin bakmasıdır; ancak günümüz çalışma koşulları ne yazık ki buna izin vermemektedir. Yeniden çalışmak durumunda kalan annenin en büyük tesellisi işe dönmenin kendisi için yeniden bir şeyler yapmaya başlamak anlamına gelmesidir. Yani bir anlamda kendisini 'beslemeye' başlayacağından, bebeğini 'beslemesi' daha kolay olacaktır.
Zehir Danisma Merkezi Bilgileri
Zehir Danışma Merkezi Bilgileri
Kimya ve ilaç sanayinin gelişmesi, bir yandan toplum yaşamına ve tıp dünyasına çeşitli seçenekler sunarken; öte yandan zaten dört bir yanda aşırı miktarlarda bulunan zehirlenme nedenlerini de arttırmaktadır. Kimyasal maddeler ve ilaçların yanısıra doğada bulunan tüm bitki ve hayvanların zararlarını bilmek insan belleği için olanaksızdır. Bu nedenle 1950'li yılların başlarından itibaren Avrupa ve Amerika'da zehir danışma merkezlerinin kurulmasına başlanmıştır.Bugün dünyada 600'ü aşkın sayıda zehir danışma merkezi;
Telefonla gelen ilaç ve zehir bilgisi istemlerini cevaplandırmak
Akut zehirlenme olgularında korunma ve tedaviyi yönlendirmek
Toplum ve sağlık görevlilerini zehirlenme olaylarında uyarmak
Zehirlenmelerde morbidite, mor-talite ve tedavi maliyetinin azaltılmasını sağlamak
ana başlıklarında hizmet sunmaktadır. Bu merkezlerde geniş bilgi hacmini taşıyan bilgisayar
programları, çeşitli kitap ve mecmuaların yardımıyla, iyi yetiştirilmiş konuyu bilen sağlık personeli 8 saat ve/veya 24 saat süre içinde devamlı görev yapmaktadır.
Ülkemizde de Ankara Refik Saydam Hıfzısıhha Zehir Araştırma Müdürlü-ğü'ne bağlı, Bursa Uludağ Üniversitesi Zehir Danışma Merkezi, Ankara Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ne bağlı, İzmir Dokuz Eylül Tıp Fakültesi'ne bağlı olmak üzere 4 Zehir Danışma Merkezi bulunmaktadır. Bunlardan Ankara Hıfzısıhha Zehir Danışma Merkezi ve Uludağ Zehir Danışma Merkezi 24 saat kesintisiz hizmet verirken, diğer ikisi 8 saat gündüz hizmet vermektedir.
Kimya ve ilaç sanayinin gelişmesi, bir yandan toplum yaşamına ve tıp dünyasına çeşitli seçenekler sunarken; öte yandan zaten dört bir yanda aşırı miktarlarda bulunan zehirlenme nedenlerini de arttırmaktadır. Kimyasal maddeler ve ilaçların yanısıra doğada bulunan tüm bitki ve hayvanların zararlarını bilmek insan belleği için olanaksızdır. Bu nedenle 1950'li yılların başlarından itibaren Avrupa ve Amerika'da zehir danışma merkezlerinin kurulmasına başlanmıştır.Bugün dünyada 600'ü aşkın sayıda zehir danışma merkezi;
Telefonla gelen ilaç ve zehir bilgisi istemlerini cevaplandırmak
Akut zehirlenme olgularında korunma ve tedaviyi yönlendirmek
Toplum ve sağlık görevlilerini zehirlenme olaylarında uyarmak
Zehirlenmelerde morbidite, mor-talite ve tedavi maliyetinin azaltılmasını sağlamak
ana başlıklarında hizmet sunmaktadır. Bu merkezlerde geniş bilgi hacmini taşıyan bilgisayar
programları, çeşitli kitap ve mecmuaların yardımıyla, iyi yetiştirilmiş konuyu bilen sağlık personeli 8 saat ve/veya 24 saat süre içinde devamlı görev yapmaktadır.
Ülkemizde de Ankara Refik Saydam Hıfzısıhha Zehir Araştırma Müdürlü-ğü'ne bağlı, Bursa Uludağ Üniversitesi Zehir Danışma Merkezi, Ankara Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ne bağlı, İzmir Dokuz Eylül Tıp Fakültesi'ne bağlı olmak üzere 4 Zehir Danışma Merkezi bulunmaktadır. Bunlardan Ankara Hıfzısıhha Zehir Danışma Merkezi ve Uludağ Zehir Danışma Merkezi 24 saat kesintisiz hizmet verirken, diğer ikisi 8 saat gündüz hizmet vermektedir.
20 Haziran 2010 Pazar
Hiperbarik Oksijen Tedavisi
Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi
Plazmada erimiş oksijen miktarını 10 kez arttırarak hemoglobin olmadan serebral oksijen gereksinimini karşılamak esasına dayanır. 3 Atm'de ideal erimiş oksijen kontenti 6,8 volüme, ortalama doku oksijen ekstraksiyonu ortalama %6 volüme çıkar. Böylece doku solunumu hemoglobin olmadan da karşılanır.
Hemoglobini kovalen bağlarla bağlayan başta karbon monoksid (CO), hidrojen sülfür, karbontetraklorür ya da siyanür gibi toksik maddelerle karşılaşanlarda, methemoglobinemi hallerinde ve kahverengi örümcek ısırmalarında başarı ile kullanılmaktadır. CO'in kandan kaybolma hızı (yarılanma ömrü) 250 dakikadır. Hava yerine oksijen so-lutulduğunda 50 dakikaya iner. 2,5 Atm'de oksijen solutulduğunda 22 dakikaya düşer.
CO zehirlenmesinde tedavi endikas-yonunu karboksi-hemoglobin (COHb) düzeyi koydurur.
COHb %25'den yüksek erişkinlerde,
COHb % 15'den yüksek kardiyak-larda,
COHb %15'den yüksek gebelerde,
COHb %15'den yüksek çocuklarda kesin endikasyon vardır.
COHb ölçülemeyen durumlarda eğer CO zehirlenmesi tanısı ko-nulmuşsa,
Pa02 60 mm Hg'dan düşükse,
CO inhalasyonu ve metabolik asidoz varsa endikedir.
Tedavi şemasi ise; ilk seans 3 Atmosferle 30 dakika süre ile, sonra 2 Atmosferle 60 dakika süre ile devam edilir ve COHb %10'un altına düşene dek devam edilir.
Tedavi sonunda hastaların, kısa zamanda ve nörolojik ve psikiyatrik sekelsiz olarak taburcu edilmeleri mümkündür.
Deri ve Mukoza Yolu ile Zehirlenmelerde
Zehirli maddelerin önce giysi mater-yeli tarafından, oradan deri tarafından emilerek olaydan 2-3 gün sonra zehirlenme bulgularının ortaya çıkması olağandır. Ancak olay zamanla unutulduğu için şüphelenmek mümkün olmayabilir.
Bu yolla zehirlenmelerde;
Giysilerin hemen çıkarılması,
Vücudun ve başın bol su ve sabunla yıkanması,
Göz kürelerinin serum fizyolojikle irrige edilmesi,Ağız, burun, kulak ve boğaz mukozalarının su ile irrige edilmesi gerekir.
Plazmada erimiş oksijen miktarını 10 kez arttırarak hemoglobin olmadan serebral oksijen gereksinimini karşılamak esasına dayanır. 3 Atm'de ideal erimiş oksijen kontenti 6,8 volüme, ortalama doku oksijen ekstraksiyonu ortalama %6 volüme çıkar. Böylece doku solunumu hemoglobin olmadan da karşılanır.
Hemoglobini kovalen bağlarla bağlayan başta karbon monoksid (CO), hidrojen sülfür, karbontetraklorür ya da siyanür gibi toksik maddelerle karşılaşanlarda, methemoglobinemi hallerinde ve kahverengi örümcek ısırmalarında başarı ile kullanılmaktadır. CO'in kandan kaybolma hızı (yarılanma ömrü) 250 dakikadır. Hava yerine oksijen so-lutulduğunda 50 dakikaya iner. 2,5 Atm'de oksijen solutulduğunda 22 dakikaya düşer.
CO zehirlenmesinde tedavi endikas-yonunu karboksi-hemoglobin (COHb) düzeyi koydurur.
COHb %25'den yüksek erişkinlerde,
COHb % 15'den yüksek kardiyak-larda,
COHb %15'den yüksek gebelerde,
COHb %15'den yüksek çocuklarda kesin endikasyon vardır.
COHb ölçülemeyen durumlarda eğer CO zehirlenmesi tanısı ko-nulmuşsa,
Pa02 60 mm Hg'dan düşükse,
CO inhalasyonu ve metabolik asidoz varsa endikedir.
Tedavi şemasi ise; ilk seans 3 Atmosferle 30 dakika süre ile, sonra 2 Atmosferle 60 dakika süre ile devam edilir ve COHb %10'un altına düşene dek devam edilir.
Tedavi sonunda hastaların, kısa zamanda ve nörolojik ve psikiyatrik sekelsiz olarak taburcu edilmeleri mümkündür.
Deri ve Mukoza Yolu ile Zehirlenmelerde
Zehirli maddelerin önce giysi mater-yeli tarafından, oradan deri tarafından emilerek olaydan 2-3 gün sonra zehirlenme bulgularının ortaya çıkması olağandır. Ancak olay zamanla unutulduğu için şüphelenmek mümkün olmayabilir.
Bu yolla zehirlenmelerde;
Giysilerin hemen çıkarılması,
Vücudun ve başın bol su ve sabunla yıkanması,
Göz kürelerinin serum fizyolojikle irrige edilmesi,Ağız, burun, kulak ve boğaz mukozalarının su ile irrige edilmesi gerekir.
Santral Venöz Basinc ve Kateter
Santral Venöz Basınç
Santral venlerin kateterizasyonu, santral venöz basıncın ölçülmesi ve uzun dönem intravenöz beslenme (özellikle hiperalimentasyon) sağlanması için uygulanmaktadır. Ayrıca, periferik vazokonstrüksiyon ile birlikte olan akut bir kanamadan sonra periferik bir veni perkutan olarak kateterize etmek mümkün olmadığı için, bu gibi durumlarda kan volümünün hızla yerine konması amacıyla santral venöz kanülasyon seçilmelidir. Spesifik santral venöz kanülasyon yerleri kendilerine ait avantajlar ve dezavantajlara sahiptirler.
İnternal juguler venin kanülasyonu ilk kez 1969'da "English" tarafından tanımlanmış ve o zamandan bu yana anestezistler arasında giderek popülarite kazanmıştır. Bu tekniğin avantajları arasında; anatomik yapılarla arasındaki ilişkinin sabit olması nedeniyle yüksek başarı oranı, sağ atriuma kısa-düz bir yol oluşturması nedeniyle kateterin ucunun hemen daima ya sağ atriumda ya da superior vena kavada olduğunun garantilenmesi, ameliyat masasının başından kolaylıkla ulaşılabilir olması, subklaviyan ven kateterizasyonuna kıyasla daha az komplikasyona neden olması sayılabilir. İnternal juguler ven, sternokleidomastoid kasının lateral demetinin mediyal sınırı altında lokalizedir.
Santral venöz kateter
Subklaviyan venin, supraklaviküler veya infraklaviküler yaklaşımla kanüle edilmesi uzun zamandan beri, santral venöz kateterizasyon amacıyla kullanılmaktadır. Başarı oranı, eksternal juguler venden daha yüksek, internal juguler venden ise daha düşüktür. İnternal juguler vene göre subklaviyan ven kanü-lasyonu, daha fazla komplikasyona neden olur. Bununla birlikte karotid arter cerrahisinde, santral venöz basınç monitörizasyonu endike olduğunda kanülasyon için kullanılabilir. Ayrıca paren-teral nütrisyon veya uzun süreli santral venöz basınç monitörizasyonu gerekli olduğunda hasta tarafından daha iyi to-lere edilebildiği için tercih edilebilir. (santral venöz katater)
Santral venöz monitörizasyon için bir başka giriş yolu da bazilik ve sefalik venlerdir. Bu yolun avantajları, kompli-kasyon şansının düşük olması ve intrao-peratif dönemde kolaylıkla ulaşılabilir-liğidir. Majör dezavantajı ise kateterin yerleştirilmesinde sık olarak güçlükle karşılaşılmasıdır. Kateterin körlemesine ilerletilmesinin %59-75 oranında santral venöz kanülasyon ile sonuçlandığı bildirilmiştir. Bu yaklaşımda kateterin ucunun lokalize edilebilmesi için göğüs filminin çekilmesi özellikle önemlidir
Santral venlerin kateterizasyonu, santral venöz basıncın ölçülmesi ve uzun dönem intravenöz beslenme (özellikle hiperalimentasyon) sağlanması için uygulanmaktadır. Ayrıca, periferik vazokonstrüksiyon ile birlikte olan akut bir kanamadan sonra periferik bir veni perkutan olarak kateterize etmek mümkün olmadığı için, bu gibi durumlarda kan volümünün hızla yerine konması amacıyla santral venöz kanülasyon seçilmelidir. Spesifik santral venöz kanülasyon yerleri kendilerine ait avantajlar ve dezavantajlara sahiptirler.
İnternal juguler venin kanülasyonu ilk kez 1969'da "English" tarafından tanımlanmış ve o zamandan bu yana anestezistler arasında giderek popülarite kazanmıştır. Bu tekniğin avantajları arasında; anatomik yapılarla arasındaki ilişkinin sabit olması nedeniyle yüksek başarı oranı, sağ atriuma kısa-düz bir yol oluşturması nedeniyle kateterin ucunun hemen daima ya sağ atriumda ya da superior vena kavada olduğunun garantilenmesi, ameliyat masasının başından kolaylıkla ulaşılabilir olması, subklaviyan ven kateterizasyonuna kıyasla daha az komplikasyona neden olması sayılabilir. İnternal juguler ven, sternokleidomastoid kasının lateral demetinin mediyal sınırı altında lokalizedir.
Santral venöz kateter
Subklaviyan venin, supraklaviküler veya infraklaviküler yaklaşımla kanüle edilmesi uzun zamandan beri, santral venöz kateterizasyon amacıyla kullanılmaktadır. Başarı oranı, eksternal juguler venden daha yüksek, internal juguler venden ise daha düşüktür. İnternal juguler vene göre subklaviyan ven kanü-lasyonu, daha fazla komplikasyona neden olur. Bununla birlikte karotid arter cerrahisinde, santral venöz basınç monitörizasyonu endike olduğunda kanülasyon için kullanılabilir. Ayrıca paren-teral nütrisyon veya uzun süreli santral venöz basınç monitörizasyonu gerekli olduğunda hasta tarafından daha iyi to-lere edilebildiği için tercih edilebilir. (santral venöz katater)
Santral venöz monitörizasyon için bir başka giriş yolu da bazilik ve sefalik venlerdir. Bu yolun avantajları, kompli-kasyon şansının düşük olması ve intrao-peratif dönemde kolaylıkla ulaşılabilir-liğidir. Majör dezavantajı ise kateterin yerleştirilmesinde sık olarak güçlükle karşılaşılmasıdır. Kateterin körlemesine ilerletilmesinin %59-75 oranında santral venöz kanülasyon ile sonuçlandığı bildirilmiştir. Bu yaklaşımda kateterin ucunun lokalize edilebilmesi için göğüs filminin çekilmesi özellikle önemlidir
19 Haziran 2010 Cumartesi
İnvaziv Monitorizasyonu
Kardiyovasküler Sistemin İnvaziv Monitörizasyonu
Kardiyovasküler sistemin invaziv monitörizasyonu kompleks ve bazen uzamış operasyonlar için sıklıkla belirgin medikal problemi olan hastalarda uygulanır. İntra-arteriyel, santral venöz basınç ve pulmoner arter kateterleri (Swan-Ganz) anestezistler tarafından uygulanan invaziv monitörlere örnektir. Fayda-zarar oranı ve maliyet, bu monitörlerin seçiminde göz önünde bulundurulmalıdır. İnvaziv girişimi uygulayan anestezistin hasta kanı ile kontamine olmasını engellemek için, mutlaka eldiven ve koruyucu gözlükler kullanması önerilmektedir. (non invaziv)
İntra-arteriyel Kan Basıncı
Periferik artere yerleştirilen bir kate-terle kan basıncının devamlı kaydedilmesi, atım-atıma kan basıncı monitöri-zasyonunu sağlarken, aynı zamanda arteriyel kan gazlan, pH ve elektrolitlerin analizleri için örnek alınmasını da sağlar. Periferik arterler (radiyal, brakiyal, femoral, dorsalis pedis ve superfısial temporal) kanülasyon için kullanılabilmekle birlikte, en yaygın olarak radiyal arter tercih edilmektedir. (minimal invaziv cerrahi)
Genel olarak, "Ailen" testiyle saptanan yetersiz kollateral arteriyel kan akımı, diğer taraftaki radiyal artere de kateter yerleştirilmesi için rölatif kontrendikasyon oluşturur. Buna rağmen, anormal "Ailen" testi varlığında radiyal arter kanülasyonunu takiben hiçbir problem gelişmediğini bildiren yayınlar bulunmaktadır. Dahası, kateterin çıkarılmasından sonra radiyal arter kan akımının azalmasının veya yokluğunun klinik önemi hemen hemen hiç yoktur. Sonuç olarak radiyal arter kanülasyonu, düşük riskli ve yüksek yararlı olması nedeniyle daha sık kullanılması gereken bir monitörizas-yon tekniğidir.
Radiyal arterin kanülasyonu, el bileği yumuşak bir destek üzerinde dorsifleksiyona getirilerek uygulanır. El, immobilizasyon için flas-terle tespit edilir ve radiyal arterin seyri palpe edilir. Seçilen iğne giriş yeri antiseptik bir solüsyonla silinir ve hasta uyanık ise lokal anestezik solüsyon ile infıltrasyon uygulanır.
Kardiyovasküler sistemin invaziv monitörizasyonu kompleks ve bazen uzamış operasyonlar için sıklıkla belirgin medikal problemi olan hastalarda uygulanır. İntra-arteriyel, santral venöz basınç ve pulmoner arter kateterleri (Swan-Ganz) anestezistler tarafından uygulanan invaziv monitörlere örnektir. Fayda-zarar oranı ve maliyet, bu monitörlerin seçiminde göz önünde bulundurulmalıdır. İnvaziv girişimi uygulayan anestezistin hasta kanı ile kontamine olmasını engellemek için, mutlaka eldiven ve koruyucu gözlükler kullanması önerilmektedir. (non invaziv)
İntra-arteriyel Kan Basıncı
Periferik artere yerleştirilen bir kate-terle kan basıncının devamlı kaydedilmesi, atım-atıma kan basıncı monitöri-zasyonunu sağlarken, aynı zamanda arteriyel kan gazlan, pH ve elektrolitlerin analizleri için örnek alınmasını da sağlar. Periferik arterler (radiyal, brakiyal, femoral, dorsalis pedis ve superfısial temporal) kanülasyon için kullanılabilmekle birlikte, en yaygın olarak radiyal arter tercih edilmektedir. (minimal invaziv cerrahi)
Genel olarak, "Ailen" testiyle saptanan yetersiz kollateral arteriyel kan akımı, diğer taraftaki radiyal artere de kateter yerleştirilmesi için rölatif kontrendikasyon oluşturur. Buna rağmen, anormal "Ailen" testi varlığında radiyal arter kanülasyonunu takiben hiçbir problem gelişmediğini bildiren yayınlar bulunmaktadır. Dahası, kateterin çıkarılmasından sonra radiyal arter kan akımının azalmasının veya yokluğunun klinik önemi hemen hemen hiç yoktur. Sonuç olarak radiyal arter kanülasyonu, düşük riskli ve yüksek yararlı olması nedeniyle daha sık kullanılması gereken bir monitörizas-yon tekniğidir.
Radiyal arterin kanülasyonu, el bileği yumuşak bir destek üzerinde dorsifleksiyona getirilerek uygulanır. El, immobilizasyon için flas-terle tespit edilir ve radiyal arterin seyri palpe edilir. Seçilen iğne giriş yeri antiseptik bir solüsyonla silinir ve hasta uyanık ise lokal anestezik solüsyon ile infıltrasyon uygulanır.
Bebeklerde Masaj ve Uyku Duzeni
Bebeklerde Masaj
Bebek masajının anne-bebek ilişkisindeki önemi nedir? Masaj yapmak bebeğin uyumasına yardım eder mi?
Anne bebek ilişkisi, müzisyen ve enstrümanı arasındaki ilişkiye benzer. Ancak bu ilişkide anne ile bebek, ne yalnızca müzisyen ne de yalnızca enstrüman rolündedir. Karşılıklı etkileşimle bu dinamik ilişki içinde "çalıcı" ve "çalınan"ın rolleri sürekli olarak değişir.
Gün boyu sadece bebeğiniz ya da çocuğunuz ile ilgilenmek çok yorucu bir eylemdir ve bazı anneleri depresyona kadar götürebilir. O yüzden annenin gün içinde bebeğinden uzakta kendisine ait zaman yaratması çok önemlidir.
Anneliği bütün zorlukları yanında genel olarak keyifli bir hale getirebilmek, bebeğinizi pasif olarak düşünmeyip, onunla iletişim kurmanızla mümkün olur. Bebeğinize masaj yapmak onunla iletişim kurma yöntemlerinden en etkili olanıdır.
Bebeğinizin güven içinde, bağımsız bir şekilde büyümesinde başta anne sonra da baba ile geliştireceği "bağlanma" deneyiminin rolü büyüktür. Bağlanmanın gerçekleşmesi ise ancak anne ve bebeğin birbirlerini karşılıklı olarak iyi anlamaları ile mümkündür. Bebek masajı "dokunma" ve "iletişim"in bu dönemdeki önemini çarpıcı bir şekilde ortaya koyan güzel bir örnektir.
Bebek masaj, anne ve bebeğin birbirleri ile tanışıp ilişkiyi başlatması ve geliştirmesi için önemli bir role sahiptir. Bebek masajını yalnız fiziksel yararları olan fiziksel bir terapi olarak düşünmemek gerekir. Masaj sırasında iletişimin beş boyutu ile birlikte (görme, dokunma, koklama, duyma ve tat alma), altıncı boyut olarak hareketler de devrededir. Bu sırada ten teması ile sağlanan sözsüz iletişimin ilişkinin niteliğindeki önemi büyüktür. Sözgelimi, annenin bebeği ile göz teması kurarak bebeğinin ayak parmaklarına dokunması, bunu yaparken yumuşak bir sesle ne yaptığını bebeğine anlatması, vücudunun dokunduğu bölgelerin adı ile birlikte, bebeğini rahatlatacak "gevşe", "rahatla" gibi sözler söylemesi bebeği yalnız fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da rahatlatır. Bu da bebeğin varsa uyku probleminin aşılmasına ya da daha rahat uyumasına yardım eder.
Heranne-bebek ilişkisi, kendine özgü dinamikleri olan "biricik" bir ilişkidir. Anneye, bebeğine nasıl bakması gerektiği konusunda genel geçer tavsiyelerde bulunmak çok da doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü bu türden tavsiyeler annenin kendi iç sesini dinleyerek, doğal ve rahat davranmasına engel olur. Annenin özgüvenini olumsuz etkileyebilir. Sözgelimi, kendisine verilen tüm tavsiyeleri uygulamasına rağmen bebeği hiç durmadan ağlayan anneyi düşünelim. Böyle bir durumda anne hem bebeğinde bir problem olduğunu düşünür (çünkü yapılması gereken "her şeyi" yapmış ve işe yaramamıştır) hem de bebeğini yatıştıramadığı için ona yetemediği duygusuna kapılır. Bebeği ağladıkça çaresizliği artan anne karşısında ise, bebek kendini daha çaresiz hissederek daha çok ağlar. Bu da annenin bebeği ile olan ilişkisini tam bir kısır döngüye götürür. Böyle bir durumda anne mümkün olduğu kadar soğukkanlı davranıp bebeğini dinlerse stres içinde olan bebeğini yatıştırabilir. Ancak bebeğini dikkatli bir şekilde gözlemleyen anne onun ihtiyaçlarını bilebilir.
İşte bebek masajı annenin hem bebeği ile olan ilişkisinde kendini, hem de bebeğini gözlemlemesi için gerekli olanağı da sağlar.
Masaj sayesinde hem anne ile bebek arasında yakın bir ilişki başlamış olur, hem de masajla birlikte vücudun bölümlerini önce ayrı ayrı fark eden bebek, daha sonra vücudunu bir bütün olarak gevşemiş bir şekilde algılar. Masaj ilk yapıldığında bu deneyime alışkın olmayan bebek ağlayarak tepki gösterebilir. Böyle bir durumda masajı bırakmak gerekir. Ancak zamanla masaj bebek için keyifli bir hale gelecektir. Ayrıca bebek ile anne arasında yaşanan stresli zamanların neden olduğu gerilimler, geçirilen bu "nitelikli" zaman sayesinde bir ölçüde telafi edilmiş de olur.
Bebeğe masaj yapmak için en ideal zaman bebek doyurulduktan bir saat sonradır. Şayet bebeğinizin ateşi varsa ya da rahatsız-sa masaj yapılmamalıdır. Yeni doğan bebeklere de masaj yapılabilir. Özellikle prematüre doğan bebekler üzerinde masajın olumlu etkisi araştırma sonuçları ile de kanıtlanmıştır. Masajın etkili olabilmesi için doğal yağların tercih edilmesi gerekir. Çünkü sadece doğal yağları ten en iyi şekilde emebilir. Bu yağlar arasında bebek için en ideal olanı bademyağıdır. Ancak bebeğin cildine zarar vermeyeceğinden emin olmak için önceden bebeğin tenine yağı damlatarak sonucu gördükten sonra yağı tüm vücuduna uygulamak gerekir.
Bebek masajının anne-bebek ilişkisindeki önemi nedir? Masaj yapmak bebeğin uyumasına yardım eder mi?
Anne bebek ilişkisi, müzisyen ve enstrümanı arasındaki ilişkiye benzer. Ancak bu ilişkide anne ile bebek, ne yalnızca müzisyen ne de yalnızca enstrüman rolündedir. Karşılıklı etkileşimle bu dinamik ilişki içinde "çalıcı" ve "çalınan"ın rolleri sürekli olarak değişir.
Gün boyu sadece bebeğiniz ya da çocuğunuz ile ilgilenmek çok yorucu bir eylemdir ve bazı anneleri depresyona kadar götürebilir. O yüzden annenin gün içinde bebeğinden uzakta kendisine ait zaman yaratması çok önemlidir.
Anneliği bütün zorlukları yanında genel olarak keyifli bir hale getirebilmek, bebeğinizi pasif olarak düşünmeyip, onunla iletişim kurmanızla mümkün olur. Bebeğinize masaj yapmak onunla iletişim kurma yöntemlerinden en etkili olanıdır.
Bebeğinizin güven içinde, bağımsız bir şekilde büyümesinde başta anne sonra da baba ile geliştireceği "bağlanma" deneyiminin rolü büyüktür. Bağlanmanın gerçekleşmesi ise ancak anne ve bebeğin birbirlerini karşılıklı olarak iyi anlamaları ile mümkündür. Bebek masajı "dokunma" ve "iletişim"in bu dönemdeki önemini çarpıcı bir şekilde ortaya koyan güzel bir örnektir.
Bebek masaj, anne ve bebeğin birbirleri ile tanışıp ilişkiyi başlatması ve geliştirmesi için önemli bir role sahiptir. Bebek masajını yalnız fiziksel yararları olan fiziksel bir terapi olarak düşünmemek gerekir. Masaj sırasında iletişimin beş boyutu ile birlikte (görme, dokunma, koklama, duyma ve tat alma), altıncı boyut olarak hareketler de devrededir. Bu sırada ten teması ile sağlanan sözsüz iletişimin ilişkinin niteliğindeki önemi büyüktür. Sözgelimi, annenin bebeği ile göz teması kurarak bebeğinin ayak parmaklarına dokunması, bunu yaparken yumuşak bir sesle ne yaptığını bebeğine anlatması, vücudunun dokunduğu bölgelerin adı ile birlikte, bebeğini rahatlatacak "gevşe", "rahatla" gibi sözler söylemesi bebeği yalnız fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da rahatlatır. Bu da bebeğin varsa uyku probleminin aşılmasına ya da daha rahat uyumasına yardım eder.
Heranne-bebek ilişkisi, kendine özgü dinamikleri olan "biricik" bir ilişkidir. Anneye, bebeğine nasıl bakması gerektiği konusunda genel geçer tavsiyelerde bulunmak çok da doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü bu türden tavsiyeler annenin kendi iç sesini dinleyerek, doğal ve rahat davranmasına engel olur. Annenin özgüvenini olumsuz etkileyebilir. Sözgelimi, kendisine verilen tüm tavsiyeleri uygulamasına rağmen bebeği hiç durmadan ağlayan anneyi düşünelim. Böyle bir durumda anne hem bebeğinde bir problem olduğunu düşünür (çünkü yapılması gereken "her şeyi" yapmış ve işe yaramamıştır) hem de bebeğini yatıştıramadığı için ona yetemediği duygusuna kapılır. Bebeği ağladıkça çaresizliği artan anne karşısında ise, bebek kendini daha çaresiz hissederek daha çok ağlar. Bu da annenin bebeği ile olan ilişkisini tam bir kısır döngüye götürür. Böyle bir durumda anne mümkün olduğu kadar soğukkanlı davranıp bebeğini dinlerse stres içinde olan bebeğini yatıştırabilir. Ancak bebeğini dikkatli bir şekilde gözlemleyen anne onun ihtiyaçlarını bilebilir.
İşte bebek masajı annenin hem bebeği ile olan ilişkisinde kendini, hem de bebeğini gözlemlemesi için gerekli olanağı da sağlar.
Masaj sayesinde hem anne ile bebek arasında yakın bir ilişki başlamış olur, hem de masajla birlikte vücudun bölümlerini önce ayrı ayrı fark eden bebek, daha sonra vücudunu bir bütün olarak gevşemiş bir şekilde algılar. Masaj ilk yapıldığında bu deneyime alışkın olmayan bebek ağlayarak tepki gösterebilir. Böyle bir durumda masajı bırakmak gerekir. Ancak zamanla masaj bebek için keyifli bir hale gelecektir. Ayrıca bebek ile anne arasında yaşanan stresli zamanların neden olduğu gerilimler, geçirilen bu "nitelikli" zaman sayesinde bir ölçüde telafi edilmiş de olur.
Bebeğe masaj yapmak için en ideal zaman bebek doyurulduktan bir saat sonradır. Şayet bebeğinizin ateşi varsa ya da rahatsız-sa masaj yapılmamalıdır. Yeni doğan bebeklere de masaj yapılabilir. Özellikle prematüre doğan bebekler üzerinde masajın olumlu etkisi araştırma sonuçları ile de kanıtlanmıştır. Masajın etkili olabilmesi için doğal yağların tercih edilmesi gerekir. Çünkü sadece doğal yağları ten en iyi şekilde emebilir. Bu yağlar arasında bebek için en ideal olanı bademyağıdır. Ancak bebeğin cildine zarar vermeyeceğinden emin olmak için önceden bebeğin tenine yağı damlatarak sonucu gördükten sonra yağı tüm vücuduna uygulamak gerekir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)