İntravenöz Anestezikler
Genel anestezi indüksiyonunda, anestezi idamesinde uygulanacak yöntemden bağımsız olarak, intravenöz anesteziklerin kullanımı tercih edilmektedir. İnhalasyon anestezikleri ve/veya opioidlerle balans anestezi veya total intravenöz anestezi (TİVA)'de kombine şekilde kullanılabilirler. Bilinçli sedas-yon (spontan havayolu kontrolünün ve sözel yanıtın korunduğu minimal bilinç depresyonu) amacıyla da kullanımları söz konusudur. Her ne kadar intravenöz anestezikler olarak adlandırılsalar da intramüsküler, rektal, oral, transkütan veya transmukozal gibi farklı yollarla da uygulanabilmektedirler.
İntravenöz anesteziklerin başlıca etkisi dnza. bağlı olarak SSS depresyonu sonucu gözlenen sedasvon ve hipnoz-dur. Etkileri, çoğunun yağda erirliğinin fazla olması ve serebral perfüzyon oranın yüksek olmasına bağlı olarak hızlı başlar. Etkilerinin sonlanması ise redis-tribüsyon ile daha yavaş perfüze olan dokulara yani kan dolaşımının yoğun olduğu beyin gibi organlardan daha az kan akımı olan çizgili kaslara daha sonra da yağ dokusuna tekrar dağılmaları ile meydana gelir. Bu aşamada metabolize olmalarının bir rolü yoktur. İntravenöz bolus verilimini takiben uzun süreli bir etki isteniyorsa, tekrarlayan boluslar veya infüzyon şeklinde uygulanmaları gereklidir. Kısa etki süreli ilaçların kullanıma girmesi ile terapötik etkinin ortaya çıktığı plazma konsantrasyonunu infüzyon ile sürdürebilmek daha da kolaylaşmıştır. Bu ilaçların en önemli özellikleri klerenslerinin yüksek ve/veya dağılım volümlerinin düşük olmasıdır (Şekil 1). Bu özelliklere sahip ilaç vücut dokularında fazla bir dağılıma uğramadan hızla atılır. Böylece vücutta birikim söz konusu olmadığından infüzyon süresinin uzunluğu, ilaç kesildikten sonra derlenme süresini fazla etkilememektedir. (İntravenöz enjeksiyon)
Context-sensitive yarılanma ömrü infüzyon süresi ile ilişkili olarak ilacın plazma konsantrasyonunun %50 oranında azalması için gerekli süredir. İntravenöz anesteziklerin infüzyonu son-landırıldıktan sonra hastanın uyanması için gereken süreyi, eliminasyon yarı ömrüne göre daha doğru göstermesi nedeniyle klinik uygulamada önem taşımaktadır.
Çoğu intravenöz ilaç, karaciğer tarafından metabolize edilerek eliminasyona uğrar. Suda çözünürlüğü fazla olan metabolitler böbrek yoluyla atılır. Çok az bir bölümü biliyer ekskresyona uğrar. Bazı metabolitler aktif özelliktedir.
Bu grupta yer alan ilaçlar için de inhalasyon anestezikleri için tanımlanan MAC'a eşdeğer olarak spesifik uyarılara yanıtın %50 denekte baskılandığı plazma ilaç konsantrasyonu (Cp50) tanımlanmıştır. Bu parametreden günümüzde farmakokinetik modellere göre geliştirilmiş bilgisayar kontrollü infüzyon tekniğinde yararlanılmaktadır. Ancak klinik uygulamada pek kullanım alanı bulamamıştır. (intravenöz uygulama)
Barbitürat Nedir
Barbitürik asidin sodyum tuzlarıdır. Santral sinir sisteminde bilinci kontrol eden retiküler aktive edici sistemde depresyon yaparlar. Eksitatör nörotrans-mitter (asetilkolin gibi) iletimini baskılayıp inhibitör olanların (GABA gibi) iletimini arttırırlar. Bu grupta birçok ajan yer almakla birlikte genel anestezi uygulamasında çok kısa etki süreli barbitüratlar (metoheksital, tiamilal), en sık sodyum tiyopental kullanılmaktadır. Proteine bağlanma oranı %60-80'dir.
29 Temmuz 2010 Perşembe
Defibrilasyon Nedir
Defibrilasyon Nedir, Defibrilasyon Nasıl Yapılır
Kardiyak arrest tedavisinde sağka-lım oranı açısından defibrilasyon son derece önemli bir uygulamadır (Resim 1). Erişkinlerde tanık olunan ani kardiyak arrestte gözlenen ilk ritm genellikle VF/VT'dur. VF'un en etkin tedavisi ise olası en kısa sürede gerçekleşti; rilen defibrilasyondur. Zaman geçtikçe defibrilasyonun başarılı olma olasılığı hızla azalır, kaybedilen her dakika bu şansı %7-10 azaltır. Ritim kısa bir süre sonra asistoliye dönüşür. Sonuçta, hasta ne kadar erken defıbrile edilirse prog-noz o kadar iyi olacaktır. Son yıllarda geliştiriler. otomatik eksternal defıbrila-törlerin kullanımı ile defıbrilatör kullanabilen kişi sayısının arttığını ve arrest ile ilk defibrilasyon arasındaki sürenin kısaldığını gösteren araştırmalar vardır. Günümüzde, basit kullanımlı otomatik eksternal defibrilatörler sayesinde defıbrilasyonun artık, TYD uygulaması içinde yer alması önerilmektedir.
Deflbrilatörün pedalları jeilendikten sonra biri sternumun sağ-üst tarafına, orta klavikuler hatta klavikulanın altına, diğeri sol kostaların alt kısmı, ön-orta aksiller hatta, apeksin hemen dışına yerleştirilir. Ritim analizi ve nabız kontrolünü takiben VF/VT olgularında defibrilasyon uygulanır. Defibri-lasyonda enerji seviyesi sırasıyla 200 J, 200 J ve 360 J olacak şekilde 1 dk için-de 3 kez şok uygulanır. Bunu takip eden uygulamalar için, ritimde bir değişiklik olmuyor ve VF/VT devam ediyorsa, enerji seviyesi 360 J olmalıdır. VF/VT ritminde defibrilasyon sonrası 1 dakika, non-VF/VT ritminde ise 3 dk CPR uygulandıktan sonra tekrar ritim değerlendirmesi ve nabız kontrolü yapılarak uygun basamaktan tedaviye devam edilir.
İYD sağlanırken, CPR uygulaması sırasında ayrıca;
eğer yapılamamışsa, defıbrilatör elektrot veya pedallarının pozisyonu ve teması kontrol edilmeli,
havayolu güvenliği sağlanarak oksijen (02) tedavisine başlanmalı ve damar yolu açılmalı,
adrenalin ve diğer ilaçların kullanımına geçilmeli,
arreste neden olabilecek geri döndürülebilir nedenler varsa tedavi edilmelidir.
Kardiyak arreste yol açabilen ve potansiyel olarak geri döndürülebilen nedenler şunlardır:
4H: l.Hipoksi
2. Hipovolemi
3. Hiper/Hipokalemi, hipokal-semi, asidemi
4. Hipotermi
4 T: 1. Tansiyon pnömotoraks 2. Tamponad (Kardiyak) 3.Trçmboembolik veya-mekanik obstrüksiyon
4. Toksisitedir.
Kardiyak arrest tedavisinde sağka-lım oranı açısından defibrilasyon son derece önemli bir uygulamadır (Resim 1). Erişkinlerde tanık olunan ani kardiyak arrestte gözlenen ilk ritm genellikle VF/VT'dur. VF'un en etkin tedavisi ise olası en kısa sürede gerçekleşti; rilen defibrilasyondur. Zaman geçtikçe defibrilasyonun başarılı olma olasılığı hızla azalır, kaybedilen her dakika bu şansı %7-10 azaltır. Ritim kısa bir süre sonra asistoliye dönüşür. Sonuçta, hasta ne kadar erken defıbrile edilirse prog-noz o kadar iyi olacaktır. Son yıllarda geliştiriler. otomatik eksternal defıbrila-törlerin kullanımı ile defıbrilatör kullanabilen kişi sayısının arttığını ve arrest ile ilk defibrilasyon arasındaki sürenin kısaldığını gösteren araştırmalar vardır. Günümüzde, basit kullanımlı otomatik eksternal defibrilatörler sayesinde defıbrilasyonun artık, TYD uygulaması içinde yer alması önerilmektedir.
Deflbrilatörün pedalları jeilendikten sonra biri sternumun sağ-üst tarafına, orta klavikuler hatta klavikulanın altına, diğeri sol kostaların alt kısmı, ön-orta aksiller hatta, apeksin hemen dışına yerleştirilir. Ritim analizi ve nabız kontrolünü takiben VF/VT olgularında defibrilasyon uygulanır. Defibri-lasyonda enerji seviyesi sırasıyla 200 J, 200 J ve 360 J olacak şekilde 1 dk için-de 3 kez şok uygulanır. Bunu takip eden uygulamalar için, ritimde bir değişiklik olmuyor ve VF/VT devam ediyorsa, enerji seviyesi 360 J olmalıdır. VF/VT ritminde defibrilasyon sonrası 1 dakika, non-VF/VT ritminde ise 3 dk CPR uygulandıktan sonra tekrar ritim değerlendirmesi ve nabız kontrolü yapılarak uygun basamaktan tedaviye devam edilir.
İYD sağlanırken, CPR uygulaması sırasında ayrıca;
eğer yapılamamışsa, defıbrilatör elektrot veya pedallarının pozisyonu ve teması kontrol edilmeli,
havayolu güvenliği sağlanarak oksijen (02) tedavisine başlanmalı ve damar yolu açılmalı,
adrenalin ve diğer ilaçların kullanımına geçilmeli,
arreste neden olabilecek geri döndürülebilir nedenler varsa tedavi edilmelidir.
Kardiyak arreste yol açabilen ve potansiyel olarak geri döndürülebilen nedenler şunlardır:
4H: l.Hipoksi
2. Hipovolemi
3. Hiper/Hipokalemi, hipokal-semi, asidemi
4. Hipotermi
4 T: 1. Tansiyon pnömotoraks 2. Tamponad (Kardiyak) 3.Trçmboembolik veya-mekanik obstrüksiyon
4. Toksisitedir.
28 Temmuz 2010 Çarşamba
İleri Yasam Destegi (İYD) Nedir
İleri Yaşam Desteği (İYD)
İYD, TYD'nin yanısıra, etkin venti-lasyon ve dolaşımı sağlamak ve sürdürmek için araç-gereçlerin ve özel tekniklerin kullanımını, elektrokardiyografi ve aritmi analizi, başarılı bir resüsitasyonu izleyen erken dönemde hasta stabilizayonu ve bu konuda gerekli olan bilgi ve deneyim gibi önemli konuları içerir.
Erişkinlerde TYD'nin yanısıra, defıbrilasyon ve güvenli bir havayolu ile akciğerlerin ventilasyon ve oksijenas-yonunun sağlanmasının en etkili girişimler olduğu bilinmektedir. TYD, İYD sağlanıncaya kadar sürdürülmelidir.
İYD'nin temel hareket planı aşağıda özetlenmiştir.
Prekordiyal Vuru ve ileri kardiyak yaşam desteği ppt
Prekordiyal thump olarak bilinmektedir. Defıbrilatör uygulanmadan önce arrest kanıtlanmışsa veya monitörde arrest gösterilmişse, profesyonel sağlık ekipleri tarafından sternumun alt yarısına, ksifoidin üzerine gelmeyecek şekilde bir kez uygulanabilir. Fakat, kardiyak arrest oluştuktan sonra ilk 30 sn içinde uygulanamazsa başarı şansı çok azalır.
Kardiyak Arrest Ritimleri
Ventriküler fıbrilasyon (VF)/nabız alınamayan ventriküler taşikardi (VT) ve non-VF/VT (asistoli veya nabızsız elektriksel aktivite (PEA)) olarak ikiye ayrılmaktadır. Tedavide; iki arrest ritmi arasındaki tek fark, VF/VT'de uygulanan defıbrilasyondur.
İYD, TYD'nin yanısıra, etkin venti-lasyon ve dolaşımı sağlamak ve sürdürmek için araç-gereçlerin ve özel tekniklerin kullanımını, elektrokardiyografi ve aritmi analizi, başarılı bir resüsitasyonu izleyen erken dönemde hasta stabilizayonu ve bu konuda gerekli olan bilgi ve deneyim gibi önemli konuları içerir.
Erişkinlerde TYD'nin yanısıra, defıbrilasyon ve güvenli bir havayolu ile akciğerlerin ventilasyon ve oksijenas-yonunun sağlanmasının en etkili girişimler olduğu bilinmektedir. TYD, İYD sağlanıncaya kadar sürdürülmelidir.
İYD'nin temel hareket planı aşağıda özetlenmiştir.
Prekordiyal Vuru ve ileri kardiyak yaşam desteği ppt
Prekordiyal thump olarak bilinmektedir. Defıbrilatör uygulanmadan önce arrest kanıtlanmışsa veya monitörde arrest gösterilmişse, profesyonel sağlık ekipleri tarafından sternumun alt yarısına, ksifoidin üzerine gelmeyecek şekilde bir kez uygulanabilir. Fakat, kardiyak arrest oluştuktan sonra ilk 30 sn içinde uygulanamazsa başarı şansı çok azalır.
Kardiyak Arrest Ritimleri
Ventriküler fıbrilasyon (VF)/nabız alınamayan ventriküler taşikardi (VT) ve non-VF/VT (asistoli veya nabızsız elektriksel aktivite (PEA)) olarak ikiye ayrılmaktadır. Tedavide; iki arrest ritmi arasındaki tek fark, VF/VT'de uygulanan defıbrilasyondur.
İzofluran Nedir
İzofluran Nedir
Enfluranın kimyasal izomeridir. Kimyasal olarak stabildir ve soda-lime ile reaksiyona girmez. Uyuma ve uyanma halotan ve enflurana göre daha hızlı olmasına rağmen keskin kokusu nedeniyle indüksiyonda kullanılmaz.
Serebral kan akımı ve ICP'yi artırmakla birlikte bu etki diğer iki volatil anesteziğe göre daha azdır ve hiperven-tilasyon uygulanarak giderilebilir. Serebral metabolik oksijen tüketimini en fazla düşüren ve serebral kan akımı ile arasındaki dengeyi en iyi koruyan vola-til anesteziktir. Ayrıca beyni iskemiye karşı koruduğunu gösteren çalışmalar vardır. İzofluran bu özellikleri sonucu nöroanestezide tercih edilen inhalasyon anesteziği olmuştur.
Kalp atım sayısını değiştirmez veya hafif arttırır. Minimal kardiyak depresyon yapar ve kardiyak debi korunur. Sistemik vasküler direnci azaltarak kan basıncını düşürür. Ventriküler iletimi etkilemez. Hafif derecede koroner dila-tasyon yaparak koroner çalma sendro-muna yol açabilir.
Solunum sistemi üzerine etkileri ha-lotan ve enflurana benzer. Ancak enfluran kadar takipne yapmaz. Etkin bir bronkodilatasyon sağlar, fakat üst havayollarında irritasyona neden olmaktadır. İskelet kaslarını gevşetir. Renal ve hepatik kan akımını azaltabilir, ancak olumsuz bir etkisi yoktur.
%0,2 oranında metabolize olduğundan florür düzeyinde önemli yükselme gözlenmez.
Desfluran
Kimyasal yapısı izoflurana çok benzer. Sadece bir klor atomu yerine flor bağlanmıştır. Bu ufak değişiklik fiziksel önemli değişikliklere yol açar. Kaynama noktası düşük (22,8°C), buhar basıncı yüksek olduğu için özel vaporiza-tör gerektirmektedir. Kan ve dokulardaki çözünürlüğü düşük olduğu için hızlı indüksiyon ve derlenme sağlar, ancak etkinliği düşüktür (MAC değeri %5.7-10). Keskin kokulu ve irritan olması nedeniyle indüksiyon için uygun bir anestezik değildir.
Kardiyovasküler etkileri izoflurana benzer. Doza bağlı olarak sistemik vasküler direnci, bunun sonucu ortalama kan basıncını düşürmektedir. Kardiyak debi etkilenmez veya hafif azalır. Ancak desfluran .konsantrasyonunun hızla yükseltilmesi sempatik aktivasyona yol açar ve kalp atım hızı, kan basıncı ve katekolamin düzeyinde geçici bir artış gözlenir. Bu etkiler izofluran kullanıldığında da görülmesine karşın daha az şiddettedir. Desfluran, epinefrinin dis-ritmi yapıcı etkisine karşı miyokardın hassasiyetini arttırmaz.
Solunum sistemi ve SSS etkileri de izoflurana benzer. Hepatik ve renal fonksiyonlar üzerine olumsuz etkisi yoktur. İskelet kasında gevşemeye yol açar. Çok düşük oranda metabolize olmaktadır (%0,02).
Sevofluran
Desfluran gibi flor ile halojenize edilmiştir. Kan:gaz partisyon katsayısı desflurandan biraz yüksek, etkinliği ise enflurana yakındır. Hoş kokulu olması ve solunum yollarında irritasyon yapmaması, alveoler konsantrasyonunun hızlı yükselmesi nedeni ile anestezi indüksiyonu için özellikle çocuklarda uygun bir volatil anesteziktir. Vital kapasite solunumu ile hızlı anestezi indüksiyonu sağlayabilmektedir.
Serebral kan akımını ve ICP'yi nor-mokarbi durumunda hafif derecede artırır. Serebral metabolik oksijen tüketimini azaltır ve epileptik aktiviteye yol açmaz.
Miyokardiyal kontraktiliteyi hafif derecede deprese eder (halotan>enflu-ran>izofluran>desfiuran, sevofluran). Sistemik vazodilatasyon ve kan basın-cındaki düşüş izofluran ve desflurana göre daha azdır. Ancak kalp atım hızını pek etkilemediği için kardiyak debi izofluran ve desflurandaki gibi korunamaz. Koroner çalma sendromuna neden olmamaktadır. Epinefrinin disritmi yapıcı etkisine karşı miyokardın hassasiyetini arttırmaz (halotan>enfluran>izoflu-ran>desfluran>sevofluran).
Tidal volüm, solunum sayısı ve eks-piryum sonu volümii en az etkileyen volatil anesteziktir (izofluran>enflu-ran>halotan>sevof!uran). Solunum depresyonu ve bronkodilatatör etkisi izo-fluran ile eşdeğer orandadır. Çocuklarda indüksiyon sırasında entübasyon için yeterli kas gevşemesi sağlamaktadır. Renal ve hepatik kan akımını hafif derecede azaltır.
Düşük oranda metabolize olduğu için (%2-3 gibi) metaboliti olan florü-rün neden olabileceği nefrotoksisite klinik olarak bir sorun yaratmamaktadır. Ancak böbrek fonksiyon bozukluğu olan hastalarda kullanımından kaçınılmalıdır. Ayrıca soda-lime ile ısıya bağlı bir degradasyona uğraması sonucu, deneysel olarak nefrotoksik olabilen bir olefin {Compound A) ortaya çıkmaktadır. Compound A birikimi ısı artışı, düşük akımlı anestezi uygulaması, kuru baralyme kullanımı, yüksek sevofluran konsantrasyonlarında ve uzun süreli anestezi uygulamalarında daha belirgin olmaktadır. Bu nedenle sevofluran kapalı sistem ve düşük akımlı anestezi uygulamalarında uygun bir seçenek değildir.
Enfluranın kimyasal izomeridir. Kimyasal olarak stabildir ve soda-lime ile reaksiyona girmez. Uyuma ve uyanma halotan ve enflurana göre daha hızlı olmasına rağmen keskin kokusu nedeniyle indüksiyonda kullanılmaz.
Serebral kan akımı ve ICP'yi artırmakla birlikte bu etki diğer iki volatil anesteziğe göre daha azdır ve hiperven-tilasyon uygulanarak giderilebilir. Serebral metabolik oksijen tüketimini en fazla düşüren ve serebral kan akımı ile arasındaki dengeyi en iyi koruyan vola-til anesteziktir. Ayrıca beyni iskemiye karşı koruduğunu gösteren çalışmalar vardır. İzofluran bu özellikleri sonucu nöroanestezide tercih edilen inhalasyon anesteziği olmuştur.
Kalp atım sayısını değiştirmez veya hafif arttırır. Minimal kardiyak depresyon yapar ve kardiyak debi korunur. Sistemik vasküler direnci azaltarak kan basıncını düşürür. Ventriküler iletimi etkilemez. Hafif derecede koroner dila-tasyon yaparak koroner çalma sendro-muna yol açabilir.
Solunum sistemi üzerine etkileri ha-lotan ve enflurana benzer. Ancak enfluran kadar takipne yapmaz. Etkin bir bronkodilatasyon sağlar, fakat üst havayollarında irritasyona neden olmaktadır. İskelet kaslarını gevşetir. Renal ve hepatik kan akımını azaltabilir, ancak olumsuz bir etkisi yoktur.
%0,2 oranında metabolize olduğundan florür düzeyinde önemli yükselme gözlenmez.
Desfluran
Kimyasal yapısı izoflurana çok benzer. Sadece bir klor atomu yerine flor bağlanmıştır. Bu ufak değişiklik fiziksel önemli değişikliklere yol açar. Kaynama noktası düşük (22,8°C), buhar basıncı yüksek olduğu için özel vaporiza-tör gerektirmektedir. Kan ve dokulardaki çözünürlüğü düşük olduğu için hızlı indüksiyon ve derlenme sağlar, ancak etkinliği düşüktür (MAC değeri %5.7-10). Keskin kokulu ve irritan olması nedeniyle indüksiyon için uygun bir anestezik değildir.
Kardiyovasküler etkileri izoflurana benzer. Doza bağlı olarak sistemik vasküler direnci, bunun sonucu ortalama kan basıncını düşürmektedir. Kardiyak debi etkilenmez veya hafif azalır. Ancak desfluran .konsantrasyonunun hızla yükseltilmesi sempatik aktivasyona yol açar ve kalp atım hızı, kan basıncı ve katekolamin düzeyinde geçici bir artış gözlenir. Bu etkiler izofluran kullanıldığında da görülmesine karşın daha az şiddettedir. Desfluran, epinefrinin dis-ritmi yapıcı etkisine karşı miyokardın hassasiyetini arttırmaz.
Solunum sistemi ve SSS etkileri de izoflurana benzer. Hepatik ve renal fonksiyonlar üzerine olumsuz etkisi yoktur. İskelet kasında gevşemeye yol açar. Çok düşük oranda metabolize olmaktadır (%0,02).
Sevofluran
Desfluran gibi flor ile halojenize edilmiştir. Kan:gaz partisyon katsayısı desflurandan biraz yüksek, etkinliği ise enflurana yakındır. Hoş kokulu olması ve solunum yollarında irritasyon yapmaması, alveoler konsantrasyonunun hızlı yükselmesi nedeni ile anestezi indüksiyonu için özellikle çocuklarda uygun bir volatil anesteziktir. Vital kapasite solunumu ile hızlı anestezi indüksiyonu sağlayabilmektedir.
Serebral kan akımını ve ICP'yi nor-mokarbi durumunda hafif derecede artırır. Serebral metabolik oksijen tüketimini azaltır ve epileptik aktiviteye yol açmaz.
Miyokardiyal kontraktiliteyi hafif derecede deprese eder (halotan>enflu-ran>izofluran>desfiuran, sevofluran). Sistemik vazodilatasyon ve kan basın-cındaki düşüş izofluran ve desflurana göre daha azdır. Ancak kalp atım hızını pek etkilemediği için kardiyak debi izofluran ve desflurandaki gibi korunamaz. Koroner çalma sendromuna neden olmamaktadır. Epinefrinin disritmi yapıcı etkisine karşı miyokardın hassasiyetini arttırmaz (halotan>enfluran>izoflu-ran>desfluran>sevofluran).
Tidal volüm, solunum sayısı ve eks-piryum sonu volümii en az etkileyen volatil anesteziktir (izofluran>enflu-ran>halotan>sevof!uran). Solunum depresyonu ve bronkodilatatör etkisi izo-fluran ile eşdeğer orandadır. Çocuklarda indüksiyon sırasında entübasyon için yeterli kas gevşemesi sağlamaktadır. Renal ve hepatik kan akımını hafif derecede azaltır.
Düşük oranda metabolize olduğu için (%2-3 gibi) metaboliti olan florü-rün neden olabileceği nefrotoksisite klinik olarak bir sorun yaratmamaktadır. Ancak böbrek fonksiyon bozukluğu olan hastalarda kullanımından kaçınılmalıdır. Ayrıca soda-lime ile ısıya bağlı bir degradasyona uğraması sonucu, deneysel olarak nefrotoksik olabilen bir olefin {Compound A) ortaya çıkmaktadır. Compound A birikimi ısı artışı, düşük akımlı anestezi uygulaması, kuru baralyme kullanımı, yüksek sevofluran konsantrasyonlarında ve uzun süreli anestezi uygulamalarında daha belirgin olmaktadır. Bu nedenle sevofluran kapalı sistem ve düşük akımlı anestezi uygulamalarında uygun bir seçenek değildir.
27 Temmuz 2010 Salı
Havayolu Obstruksiyonu
Havayolu Obstrüksiyonu
Havayolunun yabancı cisim ile obs-trüksiyonu erişkinlerde nadir görülen bir durum olmakla birlikte, karşılaşıldığında gerekli girişimler zamanında ya-pılmazsa ölümle sonuçlanabilmektedir. Çoğunlukla nedeni iyi çiğnenmemiş bir gıda parçası olup, daha çok çocuklarda ve yaşlılarda görülmektedir.
Havayoluna yabancı cisim kaçmış bir kişinin görüntüsü tipiktir. Elleriyle boynunu tutan hasta solumaya, öksür- meye çalışır. Yabancı cisim havayolunu tam tıkamamışsa hastada, solumaya ve öksürmeye çalışırken stridor, inspiratu-ar wheezing duyulur. Yabancı cisim yer değiştirir ve havayolunu tam tıkarsa hasta konuşamaz, öksüremez ve soluya-maz duruma gelir, siyanoz gelişir. Hemen girişimde bulunulmazsa kısa bir süre sonra bilinç kaybı ve ölüm görülür. Böyle bir hastayla karşılaşıldığında ilk önce solunum değerlendirilmeli, yeterliyse sadece öksürmeye teşvik edilmelidir.
Solunumu yetersizse veya giderek zayıflıyor ve kayboluyorsa hemen sırta vurma manevrası uygulanmalıdır. Hastanın ağzı içinde yabancı cisim varsa çıkarılır. Hastanın yan tarafında ve hafifçe sırtına doğru durulur. Hasta bir elle sternumundan desteklenirken, öne doğru eğilir. Diğer elin avuç içi ile sırta iki skapula arasına 5 kez kuvvetlice vurulur. Sırta vurma tekniği ile başarılı olunamıybrsa, Heimlich manevrası (ab-dominal bası) uygulanmalıdır. Hastanı arkasında durulur, bir el yumruk yapılarak, ksifoid çıkıntı ile umbilikus arasına yerleştirilir. Göbeğin hafif üst tarafına yerleştirilen elin başparmağı hastanın karnına bakacak şekilde olmalıdır. Diğer el ile yumruk yapılmış el kavranır. Daha sonra kuvvetlice içe ve yukarı doğru çekilir. Sırt üstü yatan hastada ise, bir el ayasının topuk kısmı orta hatta umblikusun hafifçe üstüne, ksifoid çıkıntıdan uzakta olacak şekilde yerleştirilir. Diğer el de, bu elin üzerine yerleştirildikten sonra önden arkaya ve yukarıya doğru kuvvetli bir şekilde bası uygulanır. Bu manevra 5 kez arka arkaya uygulanır. Obstrüksiyon hala devam ediyorsa, ağız içi tekrar kontrol edilir. Sonra tekrar 5 sırta vurma, 5 ab-dominal bası uygulanarak yabancı cisim çıkarılmaya çalışılmalıdır. Solunumu olmayan hastada, her serinin sonunda yapay solunum uygulamaya çaba sarfedilmelidir. Bu konuda en yeni öneri ise; hastanın bilinci kapalı veya hızla kapanmaya eğilimli ise, sırta vurma veya abdominal bası yerine, temel yaşam desteği uygulanmasıdır. Yapay solunum 2 kez uygulandığı halde etkin olmuyorsa dolaşım belirtilerine bakılmadan hemen torakal kompresyona geçilmelidir. Bu durumdaki bir hastaya dıştan toraks kompresyonu uygulanması, abdominal basıya göre daha yüksek bir havayolu basıncı oluşturmakta ve yabancı cismin çıkarılması daha kolay olmaktadır.
Havayolunun yabancı cisim ile obs-trüksiyonu erişkinlerde nadir görülen bir durum olmakla birlikte, karşılaşıldığında gerekli girişimler zamanında ya-pılmazsa ölümle sonuçlanabilmektedir. Çoğunlukla nedeni iyi çiğnenmemiş bir gıda parçası olup, daha çok çocuklarda ve yaşlılarda görülmektedir.
Havayoluna yabancı cisim kaçmış bir kişinin görüntüsü tipiktir. Elleriyle boynunu tutan hasta solumaya, öksür- meye çalışır. Yabancı cisim havayolunu tam tıkamamışsa hastada, solumaya ve öksürmeye çalışırken stridor, inspiratu-ar wheezing duyulur. Yabancı cisim yer değiştirir ve havayolunu tam tıkarsa hasta konuşamaz, öksüremez ve soluya-maz duruma gelir, siyanoz gelişir. Hemen girişimde bulunulmazsa kısa bir süre sonra bilinç kaybı ve ölüm görülür. Böyle bir hastayla karşılaşıldığında ilk önce solunum değerlendirilmeli, yeterliyse sadece öksürmeye teşvik edilmelidir.
Solunumu yetersizse veya giderek zayıflıyor ve kayboluyorsa hemen sırta vurma manevrası uygulanmalıdır. Hastanın ağzı içinde yabancı cisim varsa çıkarılır. Hastanın yan tarafında ve hafifçe sırtına doğru durulur. Hasta bir elle sternumundan desteklenirken, öne doğru eğilir. Diğer elin avuç içi ile sırta iki skapula arasına 5 kez kuvvetlice vurulur. Sırta vurma tekniği ile başarılı olunamıybrsa, Heimlich manevrası (ab-dominal bası) uygulanmalıdır. Hastanı arkasında durulur, bir el yumruk yapılarak, ksifoid çıkıntı ile umbilikus arasına yerleştirilir. Göbeğin hafif üst tarafına yerleştirilen elin başparmağı hastanın karnına bakacak şekilde olmalıdır. Diğer el ile yumruk yapılmış el kavranır. Daha sonra kuvvetlice içe ve yukarı doğru çekilir. Sırt üstü yatan hastada ise, bir el ayasının topuk kısmı orta hatta umblikusun hafifçe üstüne, ksifoid çıkıntıdan uzakta olacak şekilde yerleştirilir. Diğer el de, bu elin üzerine yerleştirildikten sonra önden arkaya ve yukarıya doğru kuvvetli bir şekilde bası uygulanır. Bu manevra 5 kez arka arkaya uygulanır. Obstrüksiyon hala devam ediyorsa, ağız içi tekrar kontrol edilir. Sonra tekrar 5 sırta vurma, 5 ab-dominal bası uygulanarak yabancı cisim çıkarılmaya çalışılmalıdır. Solunumu olmayan hastada, her serinin sonunda yapay solunum uygulamaya çaba sarfedilmelidir. Bu konuda en yeni öneri ise; hastanın bilinci kapalı veya hızla kapanmaya eğilimli ise, sırta vurma veya abdominal bası yerine, temel yaşam desteği uygulanmasıdır. Yapay solunum 2 kez uygulandığı halde etkin olmuyorsa dolaşım belirtilerine bakılmadan hemen torakal kompresyona geçilmelidir. Bu durumdaki bir hastaya dıştan toraks kompresyonu uygulanması, abdominal basıya göre daha yüksek bir havayolu basıncı oluşturmakta ve yabancı cismin çıkarılması daha kolay olmaktadır.
Enfluran Nedir
Enfluran Nedir
Halojenize edilmiş eter yapısındadır, kimyasal olarak stabildir. SSS etkileri halotana benzer. Serebral kan akımı ve ICP'yi artırır. Yüksek konsantrasyonlarda ve hipokapni varlığında epileptik aktiviteyi arttırmaktadır. Bu nedenle epilepsi anamnezi olan hastalarda kullanılmamalıdır.
Enfluran, halotan ile benzer olarak miyokardiyal kontraktiliteyi azaltırken; farklı olarak sistemik vasküler rezistansı düşürür ve kalp atım hızını arttırır. Böylece, ortalama kan basıncı düşer. Aritmi yapıcı etkisi yoktur.
Solunum sayısının artmasının yanı-sıra, tidal volüm ve dakika ventilasyonu azaldığı için PaC02 yükselir. Hiperkap-ni ve hipoksiye yanıt azalır. Mukosiliyer aktivite azalır ve bronkodilatasyon yapar.
İskelet kaslarını gevşetir. Malign hi-pertermiyi tetikleyebilir. Renal ve hepa-tik kan akımını azaltabilir. Karaciğer fonksiyonunu etkilemez. Uterus kaslarında hafif gevşeme yapar. Göziçi basıncını halotandan daha fazla düşürmektedir.
%2-5 oranında metabolize olması sonucu nefrotoksik olan florür metaboliti ortaya çıkar. Ancak florür düzeyi böbrek fonksiyon bozukluğu olan veya uzun süreli izoniyazid tedavisi alanlarda yükselir.
Halojenize edilmiş eter yapısındadır, kimyasal olarak stabildir. SSS etkileri halotana benzer. Serebral kan akımı ve ICP'yi artırır. Yüksek konsantrasyonlarda ve hipokapni varlığında epileptik aktiviteyi arttırmaktadır. Bu nedenle epilepsi anamnezi olan hastalarda kullanılmamalıdır.
Enfluran, halotan ile benzer olarak miyokardiyal kontraktiliteyi azaltırken; farklı olarak sistemik vasküler rezistansı düşürür ve kalp atım hızını arttırır. Böylece, ortalama kan basıncı düşer. Aritmi yapıcı etkisi yoktur.
Solunum sayısının artmasının yanı-sıra, tidal volüm ve dakika ventilasyonu azaldığı için PaC02 yükselir. Hiperkap-ni ve hipoksiye yanıt azalır. Mukosiliyer aktivite azalır ve bronkodilatasyon yapar.
İskelet kaslarını gevşetir. Malign hi-pertermiyi tetikleyebilir. Renal ve hepa-tik kan akımını azaltabilir. Karaciğer fonksiyonunu etkilemez. Uterus kaslarında hafif gevşeme yapar. Göziçi basıncını halotandan daha fazla düşürmektedir.
%2-5 oranında metabolize olması sonucu nefrotoksik olan florür metaboliti ortaya çıkar. Ancak florür düzeyi böbrek fonksiyon bozukluğu olan veya uzun süreli izoniyazid tedavisi alanlarda yükselir.
26 Temmuz 2010 Pazartesi
Halotan Nedir
Halotan Nedir
Kimyasal olarak florlu hidrokarbon yapısındadır. Yanıcı ve patlayıcı özelliği yoktur. Koruyucu madde olarak timol içerir. Işıktan etkilendiği için renkli şişede bulundurulmalıdır.
Serebral vasküler rezistansı azaltarak serebral kan akımını arttırmaktadır. Otoregülasyonu bozar ve intrakraniyal basınç (ICP) artışına yol açar. Bu etki hiperventilasyon uygulanarak bir miktar azaltılabilir. Tüm volatil anestezikler gibi serebral aktivite ve metabolizmayı, oksijen tüketimini azaltmaktadır.
Doza bağlı olarak miyokardiyal depresyona ve bunun sonucu kan basıncında düşmeye yol açar. Ayrıca sağ atriyal basıncı arttırır. Koroner vazodilatasyon yapmasına rağmen sistemik kan basın-cındaki düşme sonucu koroner kan akımı azalır. Halotan hipotansiyona bağlı oluşan baroreseptör refleksleri ve azalmış vagal stimülasyonu baskılar. Sino-atriyal düğüm iletiminin yavaşlaması da bradikardi ve aritmiye neden olur. Epi-nefrinin disritmi yapıcı etkisine karşı miyokardın hassasiyetini arttırır. Bu nedenle 1.5 pg/kg dozun üzerinde epi-nefrin kullanımından kaçınılmalıdır. Sistemik vasküler rezistans pek etkilenmemekle birlikte organların kan akımında değişiklik gözlenir, örneğin serebral kan akımı artarken, hepatik, renal ve splanknik kan akımı ise- azalmaktadır.
Hızlı ve yüzeyel solunuma yol açarak alveoler ventilasyonun düşmesine ve PaC02'nın yükselmesine neden olmaktadır. Hipoksi ve hiperkapniye düşük konsantrasyonlarda bile solunum yanıtını azaltır. Bu değişiklikler akciğer hastalığı olan olgularda daha belirgin ortaya çıkar, cerrahi uyarı ile azalır. Havayolu reflekslerini baskılar ve bronko-dilatasyon yapar. Astıma bağlı bronkospazmı çözebilir. Ancak mukosiliyer aktiviteyi deprese ettiği için pulmoner komplikasyonlara yol açabilir. Pulmoner hipoksik vazokonstriksiyonu hafif derecede azaltır.
İskelet kası gevşemesi sağlar ve nondepolarizan kas gevşeticilerin etkisini potansiyalize eder. Malign hiperter-miyi tetikleyebilir. Uteruşkontraktilite-sini azaltır.
Halotan % 15-20 oranında karaciğerde metabolize olur. Özellikle karaciğerde enzim indüksiyonu olduğunda ve hipoksik koşullarda redüktif metabolitle-rinin oluşması hepatotoksisiteye yol açmaktadır. Bu hasarda ayrıca immünolojik mekanizmalar ve genetik duyarlılık da etkili olmaktadır. Halotan hepatiti nadir görülmekle birlikte (1:35.000), kısa aralıklarla tekrarlanan halotan anestezisi sonucu orta yaşlı, şişman kadınlarda ve halotana karşı duyarlılık anam-nezi olanlarda risk daha fazladır. Halotan anestezisi sonrası nedeni açıklanamayan karaciğer fonksiyon bozukluğu geçirmiş olgularda daha sonraki anestezi uygulamalarında halotan kullanılmaması önerilmektedir.
Halotan, genel anestezi indüksiyo-nunda %2-4, idamede ise %0,5-l,5 arasındaki konsantrasyonlarda kullanılır.
Metoksifluran
Bilinen en potent inhalasyon anesteziğidir, MAC değeri 0,16'dır. Kanda ve dokulardaki çözünürlüğü çok yüksek olduğu için anestezi indüksiyonu ve derlenme uzun sürede olur. Ayrıca %50-75 oranında metabolize olmaktadır. Açığa çıkan metaboliti florür, nefro-toksisiteye yolaçabilmektedir. Bu önemli sakıncası nedeniyle klinikte nadiren kullanılmaktadır.
Kimyasal olarak florlu hidrokarbon yapısındadır. Yanıcı ve patlayıcı özelliği yoktur. Koruyucu madde olarak timol içerir. Işıktan etkilendiği için renkli şişede bulundurulmalıdır.
Serebral vasküler rezistansı azaltarak serebral kan akımını arttırmaktadır. Otoregülasyonu bozar ve intrakraniyal basınç (ICP) artışına yol açar. Bu etki hiperventilasyon uygulanarak bir miktar azaltılabilir. Tüm volatil anestezikler gibi serebral aktivite ve metabolizmayı, oksijen tüketimini azaltmaktadır.
Doza bağlı olarak miyokardiyal depresyona ve bunun sonucu kan basıncında düşmeye yol açar. Ayrıca sağ atriyal basıncı arttırır. Koroner vazodilatasyon yapmasına rağmen sistemik kan basın-cındaki düşme sonucu koroner kan akımı azalır. Halotan hipotansiyona bağlı oluşan baroreseptör refleksleri ve azalmış vagal stimülasyonu baskılar. Sino-atriyal düğüm iletiminin yavaşlaması da bradikardi ve aritmiye neden olur. Epi-nefrinin disritmi yapıcı etkisine karşı miyokardın hassasiyetini arttırır. Bu nedenle 1.5 pg/kg dozun üzerinde epi-nefrin kullanımından kaçınılmalıdır. Sistemik vasküler rezistans pek etkilenmemekle birlikte organların kan akımında değişiklik gözlenir, örneğin serebral kan akımı artarken, hepatik, renal ve splanknik kan akımı ise- azalmaktadır.
Hızlı ve yüzeyel solunuma yol açarak alveoler ventilasyonun düşmesine ve PaC02'nın yükselmesine neden olmaktadır. Hipoksi ve hiperkapniye düşük konsantrasyonlarda bile solunum yanıtını azaltır. Bu değişiklikler akciğer hastalığı olan olgularda daha belirgin ortaya çıkar, cerrahi uyarı ile azalır. Havayolu reflekslerini baskılar ve bronko-dilatasyon yapar. Astıma bağlı bronkospazmı çözebilir. Ancak mukosiliyer aktiviteyi deprese ettiği için pulmoner komplikasyonlara yol açabilir. Pulmoner hipoksik vazokonstriksiyonu hafif derecede azaltır.
İskelet kası gevşemesi sağlar ve nondepolarizan kas gevşeticilerin etkisini potansiyalize eder. Malign hiperter-miyi tetikleyebilir. Uteruşkontraktilite-sini azaltır.
Halotan % 15-20 oranında karaciğerde metabolize olur. Özellikle karaciğerde enzim indüksiyonu olduğunda ve hipoksik koşullarda redüktif metabolitle-rinin oluşması hepatotoksisiteye yol açmaktadır. Bu hasarda ayrıca immünolojik mekanizmalar ve genetik duyarlılık da etkili olmaktadır. Halotan hepatiti nadir görülmekle birlikte (1:35.000), kısa aralıklarla tekrarlanan halotan anestezisi sonucu orta yaşlı, şişman kadınlarda ve halotana karşı duyarlılık anam-nezi olanlarda risk daha fazladır. Halotan anestezisi sonrası nedeni açıklanamayan karaciğer fonksiyon bozukluğu geçirmiş olgularda daha sonraki anestezi uygulamalarında halotan kullanılmaması önerilmektedir.
Halotan, genel anestezi indüksiyo-nunda %2-4, idamede ise %0,5-l,5 arasındaki konsantrasyonlarda kullanılır.
Metoksifluran
Bilinen en potent inhalasyon anesteziğidir, MAC değeri 0,16'dır. Kanda ve dokulardaki çözünürlüğü çok yüksek olduğu için anestezi indüksiyonu ve derlenme uzun sürede olur. Ayrıca %50-75 oranında metabolize olmaktadır. Açığa çıkan metaboliti florür, nefro-toksisiteye yolaçabilmektedir. Bu önemli sakıncası nedeniyle klinikte nadiren kullanılmaktadır.
Torakal Kompresyon
Dolaşım Belirtilerinin Değerlendirilmesi ve Torakal Kompresyon
Karotis arterinde (veya femoral arterde) nabız alınıp alınamadığı kontrol edilir. Karotis nabzının varlığı yanısıra "Bak, dinle, hisset" yöntemi ile gözlenen normal solunum hareketi, öksürme, yutkunma veya herhangi bir hareket olup olmadığı da dolaşım belirtisi olarak kabul edilmektedir. Dolaşım belirtileri değerlendirilirken 10 snden fazla zaman harcanmamalıdır. Kurtarıcı karotis nabzını alıyorsa, hastanın solunumu dönünceye kadar yapay solunuma devanı etmeli ve her 1 dakikada bir (veya 10 solunumda bir) dolaşım belirtilerini tekrar değerlendirmelidir.
Hastada dolaşım belirtileri yok ise veya emin olunamıyorsa torakal komp-resyona (dışarıdan kalp masajına) başlanır. Kurtarıcı hastanın ayak ucuna yakın olan eliyle kendi bulunduğu taraftaki kosta kavsini işaret ve orta parmağıyla hisseder. Parmaklarını kosta kavsi boyunca yukarı doğru kaydırarak iki kosta kavsinin birleştiği yerde ksifoidi bulur.
1 İşaret ve orta parmaklarını ksifoidin üstüne yerleştirir. Diğer el ayasının alt yarısını (topuk kısmını) da ksifoid çıkıntının 2 parmak üst tarafına ve sternumun alt yarısına, orta hatta olacak şekilde yerleştirir (Şekil 6B). Daha sonra ilk elini ksifoidin üzerinden kaldırarak ikinci elin üzerine aynı şekilde koyar. Kurtarıcı hastanın sternumuna vertikal durumda, din seklerini bükmeden, sternumu 4-5 cm çöktürecek kadar yukarıdan aşağıya doğru bası uygular ve basıyı kaldırır
Torakal kompresyon sırasında dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır;
1. Parmaklar ve el ayasının üst yarısı hastanın göğüs kafesine temas etmemelidir.
2. Ellerin kostalar, sternumun alt ucu ve abdomenin üst kısmı üzerinde olmadığından emin olunmalıdır.
3. Kompresyon ve dekompresyon uygulaması sırasında elin sternum ile teması kesilmemelidir.
4. Kompresyon ve dekompresyon dönemlerinin süreleri eşit olmalıdır.
Torakal kompresyon, hızı dakikada 100 kez olacak şekilde uygulanır. Ritmik bir uygulama için yüksek sesle sayma yarar sağlayacaktır. Etkin uygulanan torakal kompresyon ile normal kardiyak debinin ancak %30'u sağlanabilmektedir.
Onbeş toraks kompresyonundan sonra, havayolu açılarak 2 etkin yapay solunum yaptırılır. Sonra eller tekrar sternum üzerine getirilerek 15 kompresyon uygulanır. Böylece solunum ve dolaşım kombine edilmiş olur. Bu durumda tek kurtarıcı ile yapılan CPR, yukarıda tanımlandığı şekilde gerçekleştirilen 15 kompresyon 2 ventilasyon uygulaması ile erişkinlerde bir dakikada 8 yapay solunum ve 60 toraks kompresyon sağlayacak şekilde sürdürülür. CPR sırasında TYD'ne bu şekilde devam ederken hasta hareket eder veya soluk alırsa, kurtarıcı dolaşım belirtilerini tekrar değerlendirmek üzere uygulamaya ara verir. 10 saniye içinde yapacağı değerlendirme sonrası sonuca göre CPR'a uygun basamaktan devam edilmelidir.
CPR'a;
hasta yaşam belirtileri gösterinceye,
eğitim almış deneyimli bir kişi yardıma gelinceye
yorgunluktan tükeninceye kadar ara verilmeden devam edilmelidir.
Hastane dışı olgularda ileri yaşam desteğinin gerektirdiği tüm girişimler uygulanmasına rağmen 5-10 dakikadan uzun süren aralıksız asistolinin, resüsi-tasyonun sonlandınlması için bir kriter olabileceği ileri sürülmüştür. Ancak yine de CPR'ı sonlandırmak için kesin kriterler belirlemek oldukça zordur. Acil servise kardiyak arrest tanısı ile gelen bir hastada CPR'ı sonlandırma kararında, hastanın özellikleri ve hastaneye gelmeden önce yapılan girişimler dışında sonucu etkileyebilecek birçok etmenin (örneğin kişisel faktörler, deneyim gibi) rol oynayabileceği unutulmamalıdır.
Karotis arterinde (veya femoral arterde) nabız alınıp alınamadığı kontrol edilir. Karotis nabzının varlığı yanısıra "Bak, dinle, hisset" yöntemi ile gözlenen normal solunum hareketi, öksürme, yutkunma veya herhangi bir hareket olup olmadığı da dolaşım belirtisi olarak kabul edilmektedir. Dolaşım belirtileri değerlendirilirken 10 snden fazla zaman harcanmamalıdır. Kurtarıcı karotis nabzını alıyorsa, hastanın solunumu dönünceye kadar yapay solunuma devanı etmeli ve her 1 dakikada bir (veya 10 solunumda bir) dolaşım belirtilerini tekrar değerlendirmelidir.
Hastada dolaşım belirtileri yok ise veya emin olunamıyorsa torakal komp-resyona (dışarıdan kalp masajına) başlanır. Kurtarıcı hastanın ayak ucuna yakın olan eliyle kendi bulunduğu taraftaki kosta kavsini işaret ve orta parmağıyla hisseder. Parmaklarını kosta kavsi boyunca yukarı doğru kaydırarak iki kosta kavsinin birleştiği yerde ksifoidi bulur.
1 İşaret ve orta parmaklarını ksifoidin üstüne yerleştirir. Diğer el ayasının alt yarısını (topuk kısmını) da ksifoid çıkıntının 2 parmak üst tarafına ve sternumun alt yarısına, orta hatta olacak şekilde yerleştirir (Şekil 6B). Daha sonra ilk elini ksifoidin üzerinden kaldırarak ikinci elin üzerine aynı şekilde koyar. Kurtarıcı hastanın sternumuna vertikal durumda, din seklerini bükmeden, sternumu 4-5 cm çöktürecek kadar yukarıdan aşağıya doğru bası uygular ve basıyı kaldırır
Torakal kompresyon sırasında dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır;
1. Parmaklar ve el ayasının üst yarısı hastanın göğüs kafesine temas etmemelidir.
2. Ellerin kostalar, sternumun alt ucu ve abdomenin üst kısmı üzerinde olmadığından emin olunmalıdır.
3. Kompresyon ve dekompresyon uygulaması sırasında elin sternum ile teması kesilmemelidir.
4. Kompresyon ve dekompresyon dönemlerinin süreleri eşit olmalıdır.
Torakal kompresyon, hızı dakikada 100 kez olacak şekilde uygulanır. Ritmik bir uygulama için yüksek sesle sayma yarar sağlayacaktır. Etkin uygulanan torakal kompresyon ile normal kardiyak debinin ancak %30'u sağlanabilmektedir.
Onbeş toraks kompresyonundan sonra, havayolu açılarak 2 etkin yapay solunum yaptırılır. Sonra eller tekrar sternum üzerine getirilerek 15 kompresyon uygulanır. Böylece solunum ve dolaşım kombine edilmiş olur. Bu durumda tek kurtarıcı ile yapılan CPR, yukarıda tanımlandığı şekilde gerçekleştirilen 15 kompresyon 2 ventilasyon uygulaması ile erişkinlerde bir dakikada 8 yapay solunum ve 60 toraks kompresyon sağlayacak şekilde sürdürülür. CPR sırasında TYD'ne bu şekilde devam ederken hasta hareket eder veya soluk alırsa, kurtarıcı dolaşım belirtilerini tekrar değerlendirmek üzere uygulamaya ara verir. 10 saniye içinde yapacağı değerlendirme sonrası sonuca göre CPR'a uygun basamaktan devam edilmelidir.
CPR'a;
hasta yaşam belirtileri gösterinceye,
eğitim almış deneyimli bir kişi yardıma gelinceye
yorgunluktan tükeninceye kadar ara verilmeden devam edilmelidir.
Hastane dışı olgularda ileri yaşam desteğinin gerektirdiği tüm girişimler uygulanmasına rağmen 5-10 dakikadan uzun süren aralıksız asistolinin, resüsi-tasyonun sonlandınlması için bir kriter olabileceği ileri sürülmüştür. Ancak yine de CPR'ı sonlandırmak için kesin kriterler belirlemek oldukça zordur. Acil servise kardiyak arrest tanısı ile gelen bir hastada CPR'ı sonlandırma kararında, hastanın özellikleri ve hastaneye gelmeden önce yapılan girişimler dışında sonucu etkileyebilecek birçok etmenin (örneğin kişisel faktörler, deneyim gibi) rol oynayabileceği unutulmamalıdır.
25 Temmuz 2010 Pazar
Ksenon Elementi Nedir
Ksenon Nedir, Ksenon Elementi
Normobarik koşullarda, havada en az oranda bulunan (0,086 ppm) ve bilinç kaybı oluşturan tek asal gazdır. Anestezi uygulamasında N20 yerine kullanılmaktadır (Ksenon Simgesi). Günümüzde kullanımı henüz araştırma aşamasındadır. Rezervleri sınırlıdır ve son derece pahalıdır.
Kan:gaz dağılım katsayısı düşük olduğu için (0,14), vücuda mevcut inha-lasyon anesteziklerinden daha hızlı alınır ve atılır, MAC değeri %71'dir. Analjezik özelliği N20 ile eşdeğerdir ve na-loksondan etkilenmez. N20'den farklı olarak hipnotik özelliği de vardır.
Serebral vazodilatasyon yapar, se-rebral oksijen tüketimini azaltırken kan akımı artışına yol açar. Bu nedenle intrakraniyal kompliansı azalmış olgularda kullanımı önerilmez. Kardiyovasküler sisteme etkisi minimaldir. Yoğunluğu ve vizkositesinin N20'den 1,5-3 kat fazla oluşu infant ve küçük çocuklarda kullanımını sınırlar. Ancak bu durum obs-trüktif akciğer hastalarında bir dezavantaj yaratmaz.
Normobarik koşullarda, havada en az oranda bulunan (0,086 ppm) ve bilinç kaybı oluşturan tek asal gazdır. Anestezi uygulamasında N20 yerine kullanılmaktadır (Ksenon Simgesi). Günümüzde kullanımı henüz araştırma aşamasındadır. Rezervleri sınırlıdır ve son derece pahalıdır.
Kan:gaz dağılım katsayısı düşük olduğu için (0,14), vücuda mevcut inha-lasyon anesteziklerinden daha hızlı alınır ve atılır, MAC değeri %71'dir. Analjezik özelliği N20 ile eşdeğerdir ve na-loksondan etkilenmez. N20'den farklı olarak hipnotik özelliği de vardır.
Serebral vazodilatasyon yapar, se-rebral oksijen tüketimini azaltırken kan akımı artışına yol açar. Bu nedenle intrakraniyal kompliansı azalmış olgularda kullanımı önerilmez. Kardiyovasküler sisteme etkisi minimaldir. Yoğunluğu ve vizkositesinin N20'den 1,5-3 kat fazla oluşu infant ve küçük çocuklarda kullanımını sınırlar. Ancak bu durum obs-trüktif akciğer hastalarında bir dezavantaj yaratmaz.
Recovery Pozisyonu
Recovery Pozisyonu
Recovery pozisyonu verilirken; hastanın yanına diz çökmüş durumdaki kurtarıcı önce travmaya neden olabilecek materyelleri, örneğin varsa hastanın gözlüğünü çıkarmalı veya cebinde fazla yer kaplayacak bir cisim varsa uzaklaştırmalıdır. Daha sonra hastanın bacakları düzeltilir. Kurtarıcı, bulunduğu taraftaki kolu vücuduyla dik açı yapacak şekilde yana açar. Daha sonra bu kolu dirsektekten 90° yukarı doğru ve el ayası yukarı bakacak şekilde yerleştirir. Kurtarıcı, kendine uzakta kalan diğer kolu hastanın göğüs kafesini çaprazlayacak şekilde alır ve hastanın eli kendine yakın olan omuzuna doğru, el sırtı hastanın yanağına, ayası yere bakacak şekilde yerleştirir (Şekil 4A). Hastanın, kendine uzakta kalan bacağını arka tarafından ve dizinin hemen üst kısmından tutarak yukarı doğru çeker. Bir eliyle hastanın yanağına yerleştirdiği eli, diğer eli ile bacağından tutarak hastayı kendine doğru çekerek yan yatar duruma getirir. Üstte kalan bacağı kalça ve dizden dik açı yapacak şekilde öne doğru yer
leştirir. Havayolunun açık kalması için hastanın başı hafifçe geriye itilir.
Verilen bu pozisyona bağlı hastanın solunumunda bir değişiklik olup olmadığı kontrol edilir. Belirli aralıklarla hastanın durumu tekrar değerlendirilir. Daha önce fırsat olmadıysa bir kişiden yardım çağırması istenir. Ancak kurtarıcı tek başına ise yardım çağırmaya kendisi gitmelidir. Recovery pozisyonundaki hastanın yönü 30 dakikada bir, diğer tarafa değiştirilmelidir.
Daha farklı tanımlanmış tama yakın yan pozisyonlar da vardır. Ancak hepsinin amacı aynıdır. Spontan soluyan bilinçsiz bir hastaya pozisyon verilirken şu altı prensibe uyulması önerilmektedir:
1. Hasta tam yan pozisyona yakın bir durumda tutulmalı, başının pozisyonu sıvıların serbest drenajına izin vermelidir.
2. Pozisyonu stabil olmalıdır.
3. Göğüs kafesi üzerinde, solunumu bozabilecek herhangi bir basıdan kaçınılmalıdır.
4. Olası servikal vertebra hasarı dikkate alınarak, hastanın kolay ve güvenli bir şekilde yan veya sırtüstü pozisyona çevrilmesi mümkün olmalıdır.
5. Hastanın iyi bir şekilde izlenebilmesi ve havayoluna kolaylıkla yaklaşım mümkün olmalıdır.
6. Pozisyon, hastada yaralanmaların artmasına neden olmamalıdır.
Yapay Solunum
Eğer hasta solumuyorsa; bu aşamaya kadar yardım istenememişse, bir kişiden yardım çağırması istenir. Ancak kurtarıcı tek başına ise yardım çağırmak üzere hastanın başından bir süre ayrılabilir. Bundan sonra hastaya 2 etkin yapay solunum uygulanmalıdır.
Hastanın, baş-boyun ve gövdesine destek olunarak ve birlikte hareket ettirilerek dikkatlice sırtüstü yatar pozisyona getirilmesi gerekir
Daha sonra havayolu açıklığı sürdürülürken alındaki elin baş ve işaret parmağı ile burnu kapatılır. Kurtarıcı yapay solunumu, derin bir soluk aldıktan sonra kendi dudaklarını hastanın dudakları etrafına yerleştirerek ağızdan ağıza, 2 sn süre ile akciğerlerindeki havayı vererek gerçekleştirir. Böylece hastanın akciğerlerine %17 oksijen içeren -700-1000 mi hava verilmiş olur. Bu sırada hastanın göğüs kafesinin yükselip yükselmediği gözlenerek yapılan yapay solunumun etkinliği kontrol edilir. Daha sonra hastanın ekspiryumuna izin verilerek göğüs kafesinin eski durumuna dönmesi gözlenir ve arkasından aynı şekilde 2. solunum uygulanır. Eğer yapay solunum sırasında zorlukla karşılaşılı-yorsa; kurtarıcı, hastanın ağzı içinde yabancı cisim olup olmadığını ve havayolunu açmak üzere yerleştirilen iki elin baş ve boyuna verdiği pozisyonu tekrar kontrol eder. 2 etkin yapay solunum yaptırabilmek için 5 defaya kadar solutmayı dener. Solutma işleminde başarılı olunamıyorsa bundan sonra dolaşım değerlendirmesine geçilmelidir.
Recovery pozisyonu verilirken; hastanın yanına diz çökmüş durumdaki kurtarıcı önce travmaya neden olabilecek materyelleri, örneğin varsa hastanın gözlüğünü çıkarmalı veya cebinde fazla yer kaplayacak bir cisim varsa uzaklaştırmalıdır. Daha sonra hastanın bacakları düzeltilir. Kurtarıcı, bulunduğu taraftaki kolu vücuduyla dik açı yapacak şekilde yana açar. Daha sonra bu kolu dirsektekten 90° yukarı doğru ve el ayası yukarı bakacak şekilde yerleştirir. Kurtarıcı, kendine uzakta kalan diğer kolu hastanın göğüs kafesini çaprazlayacak şekilde alır ve hastanın eli kendine yakın olan omuzuna doğru, el sırtı hastanın yanağına, ayası yere bakacak şekilde yerleştirir (Şekil 4A). Hastanın, kendine uzakta kalan bacağını arka tarafından ve dizinin hemen üst kısmından tutarak yukarı doğru çeker. Bir eliyle hastanın yanağına yerleştirdiği eli, diğer eli ile bacağından tutarak hastayı kendine doğru çekerek yan yatar duruma getirir. Üstte kalan bacağı kalça ve dizden dik açı yapacak şekilde öne doğru yer
leştirir. Havayolunun açık kalması için hastanın başı hafifçe geriye itilir.
Verilen bu pozisyona bağlı hastanın solunumunda bir değişiklik olup olmadığı kontrol edilir. Belirli aralıklarla hastanın durumu tekrar değerlendirilir. Daha önce fırsat olmadıysa bir kişiden yardım çağırması istenir. Ancak kurtarıcı tek başına ise yardım çağırmaya kendisi gitmelidir. Recovery pozisyonundaki hastanın yönü 30 dakikada bir, diğer tarafa değiştirilmelidir.
Daha farklı tanımlanmış tama yakın yan pozisyonlar da vardır. Ancak hepsinin amacı aynıdır. Spontan soluyan bilinçsiz bir hastaya pozisyon verilirken şu altı prensibe uyulması önerilmektedir:
1. Hasta tam yan pozisyona yakın bir durumda tutulmalı, başının pozisyonu sıvıların serbest drenajına izin vermelidir.
2. Pozisyonu stabil olmalıdır.
3. Göğüs kafesi üzerinde, solunumu bozabilecek herhangi bir basıdan kaçınılmalıdır.
4. Olası servikal vertebra hasarı dikkate alınarak, hastanın kolay ve güvenli bir şekilde yan veya sırtüstü pozisyona çevrilmesi mümkün olmalıdır.
5. Hastanın iyi bir şekilde izlenebilmesi ve havayoluna kolaylıkla yaklaşım mümkün olmalıdır.
6. Pozisyon, hastada yaralanmaların artmasına neden olmamalıdır.
Yapay Solunum
Eğer hasta solumuyorsa; bu aşamaya kadar yardım istenememişse, bir kişiden yardım çağırması istenir. Ancak kurtarıcı tek başına ise yardım çağırmak üzere hastanın başından bir süre ayrılabilir. Bundan sonra hastaya 2 etkin yapay solunum uygulanmalıdır.
Hastanın, baş-boyun ve gövdesine destek olunarak ve birlikte hareket ettirilerek dikkatlice sırtüstü yatar pozisyona getirilmesi gerekir
Daha sonra havayolu açıklığı sürdürülürken alındaki elin baş ve işaret parmağı ile burnu kapatılır. Kurtarıcı yapay solunumu, derin bir soluk aldıktan sonra kendi dudaklarını hastanın dudakları etrafına yerleştirerek ağızdan ağıza, 2 sn süre ile akciğerlerindeki havayı vererek gerçekleştirir. Böylece hastanın akciğerlerine %17 oksijen içeren -700-1000 mi hava verilmiş olur. Bu sırada hastanın göğüs kafesinin yükselip yükselmediği gözlenerek yapılan yapay solunumun etkinliği kontrol edilir. Daha sonra hastanın ekspiryumuna izin verilerek göğüs kafesinin eski durumuna dönmesi gözlenir ve arkasından aynı şekilde 2. solunum uygulanır. Eğer yapay solunum sırasında zorlukla karşılaşılı-yorsa; kurtarıcı, hastanın ağzı içinde yabancı cisim olup olmadığını ve havayolunu açmak üzere yerleştirilen iki elin baş ve boyuna verdiği pozisyonu tekrar kontrol eder. 2 etkin yapay solunum yaptırabilmek için 5 defaya kadar solutmayı dener. Solutma işleminde başarılı olunamıyorsa bundan sonra dolaşım değerlendirmesine geçilmelidir.
24 Temmuz 2010 Cumartesi
Temel Yasam Destegi (TYD)
Temel Yaşam Desteği (TYD)
Basit olanlar dışında, herhangi bir araç-gereç kullanılmadan havayolu açıklığının sağlanması, ventilasyon ve toraks kompresyonları uygulamasını içerir. Amaç, arrest nedeni ortadan kalkıncaya kadar yeterli solunum ve dolaşımın sağlanmasıdır. TYD, ilk değerlendirme ile kardiyak arrest tanısı konar konmaz orada bulunan kişi tarafından hemen başlatılmalıdır.
Bilincin Değerlendirilmesi ve temel yaşam desteği ppt
Önce hastanın ve kurtarıcının güvenliği sağlanmalıdır. Daha sonra hastanın herhangi bir yanına diz çökülür ve bilinç durumu değerlendirilir. Omuzlarından hafifçe sarsılarak yüksek sesle "Nasılsınız?" diye sorulur. Hastadan sözlü veya hareket şeklinde bir cevap alınırsa düzenli aralıklarla durumu yeniden değerlendirilerek izlenmelidir. Gerekmedikçe hareket ettirilmemeli ve orijinal pozisyonu bozulmamalıdır. Yine gerekli ise yardım çağrılmalıdır. Eğer hasta cevap vermiyorsa, bir kişiden yardım çağırması istenir
Havayolu Açıklığının Sağlanması ve Solunumun Değerlendirilmesi ve temel yaşam slaytları
Havayolu açıklığını sağlamak üzere hastaya başı bir el ile alından nazikçe geriye itilip, diğer elle çenesi yukarı doğru kaldırılarak "Head tilt-Chin lift" manevrası uygulanır. Boyun travmasından şüphe ediliyorsa, başı ekstansiyona getirmekten kaçınmak gerekir veya "Jaw-thrust" manevrası uygulanabilir. Ağız içinde obstrüksiyona neden olabilecek görünen bir cisim varsa herhangi bir elin işaret parmağı ile çıkarılır. Yerinden çıkmış diş protezi de buna dahildir.
Solunum, havayolu açık tutulurken "Bak, dinle, hisset" yöntemi ile değer-lenlendirilir. Bu amaçla kurtarıcı yanağını ve kulağını hastanın ağız ve burnuna doğru yaklaştırarak bir taraftan toraks hareketlerini izlerken, aynı zamanda hastanın ağzını dinleyerek solunum sesini duymaya ve yanağıyla hava giriş çıkışını hissetmeye çalışır. Solunumunun olup olmadığı 10 sn içinde kontrol edilmelidir. Hasta soluyorsa "Recovery" pozisyonu olarak adlandırılan tam yan pozisyona getirilir.
Basit olanlar dışında, herhangi bir araç-gereç kullanılmadan havayolu açıklığının sağlanması, ventilasyon ve toraks kompresyonları uygulamasını içerir. Amaç, arrest nedeni ortadan kalkıncaya kadar yeterli solunum ve dolaşımın sağlanmasıdır. TYD, ilk değerlendirme ile kardiyak arrest tanısı konar konmaz orada bulunan kişi tarafından hemen başlatılmalıdır.
Bilincin Değerlendirilmesi ve temel yaşam desteği ppt
Önce hastanın ve kurtarıcının güvenliği sağlanmalıdır. Daha sonra hastanın herhangi bir yanına diz çökülür ve bilinç durumu değerlendirilir. Omuzlarından hafifçe sarsılarak yüksek sesle "Nasılsınız?" diye sorulur. Hastadan sözlü veya hareket şeklinde bir cevap alınırsa düzenli aralıklarla durumu yeniden değerlendirilerek izlenmelidir. Gerekmedikçe hareket ettirilmemeli ve orijinal pozisyonu bozulmamalıdır. Yine gerekli ise yardım çağrılmalıdır. Eğer hasta cevap vermiyorsa, bir kişiden yardım çağırması istenir
Havayolu Açıklığının Sağlanması ve Solunumun Değerlendirilmesi ve temel yaşam slaytları
Havayolu açıklığını sağlamak üzere hastaya başı bir el ile alından nazikçe geriye itilip, diğer elle çenesi yukarı doğru kaldırılarak "Head tilt-Chin lift" manevrası uygulanır. Boyun travmasından şüphe ediliyorsa, başı ekstansiyona getirmekten kaçınmak gerekir veya "Jaw-thrust" manevrası uygulanabilir. Ağız içinde obstrüksiyona neden olabilecek görünen bir cisim varsa herhangi bir elin işaret parmağı ile çıkarılır. Yerinden çıkmış diş protezi de buna dahildir.
Solunum, havayolu açık tutulurken "Bak, dinle, hisset" yöntemi ile değer-lenlendirilir. Bu amaçla kurtarıcı yanağını ve kulağını hastanın ağız ve burnuna doğru yaklaştırarak bir taraftan toraks hareketlerini izlerken, aynı zamanda hastanın ağzını dinleyerek solunum sesini duymaya ve yanağıyla hava giriş çıkışını hissetmeye çalışır. Solunumunun olup olmadığı 10 sn içinde kontrol edilmelidir. Hasta soluyorsa "Recovery" pozisyonu olarak adlandırılan tam yan pozisyona getirilir.
Azot Protoksit (Nitroz Oksit) Nedir
Azot Protoksit (Nitroz oksit, N20)
Tüm anestezikler arasında en eski kullanıma sahip olmasına rağmen günümüzde halen kullanılan tek anestezik ilaç N20'dir.
Renksiz, kokusuz özellikte ve anestezide kullanılan tek inorganik yapıdaki gazdır. Volatil anesteziklerden farklı olarak oda ısısında gaz halde bulunur. Ancak basınçlı silindirlerde sıvı haldedir. Kalibre edilmiş akımmetrelerle ve oksijen ile karışım şeklinde uygulanır. Etki mekanizması tam olarak bilinmemektedir. Bazı etkileri nalokson ile bloke olmakla birlikte anestezik ve analjezik özelliğinin N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptör antagonisti olması ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir.
Kamgaz partisyon katsayısı düşük olduğu için alınımı ve eliminasyonu diğer inhalasyon anesteziklerine göre daha hızlıdır. Vücuttan atılımı ekshalas-yon yoluyla olmakta ve biyotransformasyona uğramamaktadır.
Analjezik özelliği vardır, fakat anestezik özelliği zayıftır, %60'dan daha yüksek konsantrasyonlarda amnezi oluşturur, MAC değeri yüksek olduğu için uygulamada diğer anesteziklerle birlikte kullanılır.
Serebral kan akımını ve oksijen tüketimini arttırır. İntrakraniyal basınçta (ICP) hafif yükselmeye neden olur.
Hafif derecede miyokard depresyonu yapar. Sempatik sistemi stimüle etmesi bu etkiyi azaltır. Kalp atım hızı ve arteriyel kan basıncında önemli değişiklik yapmaz. Ancak koroner arter hastalığı ve hipovolemisi olan olgularda miyokard depresan etkisi maskelenmez. Ayrıca erişkinlerde pulmoner vasküler direnci arttırabilir.
Solunum sistemini deprese etmekle birlikte, bu etki diğer volatil anesteziklerden daha azdır. Takipne ve tidal vo-lümde azalmaya yol açar. Hipoksiye so-lunumsal cevabı deprese eder. Sonuçta dakika ventilasyonunda ve istirahattaki parsiyel arteriyel C02 basıncında (PaC02) minimal değişikliğe yol açmaktadır.
Volatil anestezikler gibi kas gevşetici etkisi yoktur.
Sahip olduğu fizik ve kimyasal özellikleri bazı istenmeyen etkilere neden olmaktadır.
Hava içeren kapalı boşluklara diffiizyon: Vücutta hava içeren boşluklarda (intraplevral aralık, orta kulak, barsaklar gibi) bulunan gazın büyük bir kısmı nitrojenden oluşur. N20, kanda nitrojenden 35 kez daha fazla çözünmektedir. Bunun sonucu kapalı boşluğa diffüze olan N20, boşluğu terkeden nitrojenden çok daha fazla olacak ve boşluğun hacmini genişletecektir. Pnömotoraks, tıkanmış orta kulak, barsak gazı, hava embolisi veya pnömosefali durumlarında, N20 kullanılırsa buradaki gaz hacmi belirgin olarak artacaktır, aynı zamanda endotrakeal tüp kafi içine de diffüze olarak özellikle uzun süreli ameliyatlarda kaf basıncı artışına yolaçabileceği unutulmamalıdır.
Diffüzyon hipoksisi: Hastaya verilen N20 kesildiği zaman hızla kandan akciğerlere diffüze olur. Buna bağlı olarak alveollerdeki parsiyel oksijen basıncının, inspire edilen oksijen basıncının altına düşmesi ile hipoksi ve hipoksemiye yol açabilir. Bu nedenle klinik uygulamada N,0 kesildikten sonra hastaya 5 dk süre ile %100 02 verilmelidir.
Tetrafolat sentezi inhibisyonu: DNA sentezi için gerekli olan ve BI2 vitaminine bağımlı olan methionin sentetazı inaktive etmektedir. Bu nedenle N20, gebelerde ve vitamin B12 eksikliği olan hastalarda dikkatli kullanılmalıdır.
Tüm anestezikler arasında en eski kullanıma sahip olmasına rağmen günümüzde halen kullanılan tek anestezik ilaç N20'dir.
Renksiz, kokusuz özellikte ve anestezide kullanılan tek inorganik yapıdaki gazdır. Volatil anesteziklerden farklı olarak oda ısısında gaz halde bulunur. Ancak basınçlı silindirlerde sıvı haldedir. Kalibre edilmiş akımmetrelerle ve oksijen ile karışım şeklinde uygulanır. Etki mekanizması tam olarak bilinmemektedir. Bazı etkileri nalokson ile bloke olmakla birlikte anestezik ve analjezik özelliğinin N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptör antagonisti olması ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir.
Kamgaz partisyon katsayısı düşük olduğu için alınımı ve eliminasyonu diğer inhalasyon anesteziklerine göre daha hızlıdır. Vücuttan atılımı ekshalas-yon yoluyla olmakta ve biyotransformasyona uğramamaktadır.
Analjezik özelliği vardır, fakat anestezik özelliği zayıftır, %60'dan daha yüksek konsantrasyonlarda amnezi oluşturur, MAC değeri yüksek olduğu için uygulamada diğer anesteziklerle birlikte kullanılır.
Serebral kan akımını ve oksijen tüketimini arttırır. İntrakraniyal basınçta (ICP) hafif yükselmeye neden olur.
Hafif derecede miyokard depresyonu yapar. Sempatik sistemi stimüle etmesi bu etkiyi azaltır. Kalp atım hızı ve arteriyel kan basıncında önemli değişiklik yapmaz. Ancak koroner arter hastalığı ve hipovolemisi olan olgularda miyokard depresan etkisi maskelenmez. Ayrıca erişkinlerde pulmoner vasküler direnci arttırabilir.
Solunum sistemini deprese etmekle birlikte, bu etki diğer volatil anesteziklerden daha azdır. Takipne ve tidal vo-lümde azalmaya yol açar. Hipoksiye so-lunumsal cevabı deprese eder. Sonuçta dakika ventilasyonunda ve istirahattaki parsiyel arteriyel C02 basıncında (PaC02) minimal değişikliğe yol açmaktadır.
Volatil anestezikler gibi kas gevşetici etkisi yoktur.
Sahip olduğu fizik ve kimyasal özellikleri bazı istenmeyen etkilere neden olmaktadır.
Hava içeren kapalı boşluklara diffiizyon: Vücutta hava içeren boşluklarda (intraplevral aralık, orta kulak, barsaklar gibi) bulunan gazın büyük bir kısmı nitrojenden oluşur. N20, kanda nitrojenden 35 kez daha fazla çözünmektedir. Bunun sonucu kapalı boşluğa diffüze olan N20, boşluğu terkeden nitrojenden çok daha fazla olacak ve boşluğun hacmini genişletecektir. Pnömotoraks, tıkanmış orta kulak, barsak gazı, hava embolisi veya pnömosefali durumlarında, N20 kullanılırsa buradaki gaz hacmi belirgin olarak artacaktır, aynı zamanda endotrakeal tüp kafi içine de diffüze olarak özellikle uzun süreli ameliyatlarda kaf basıncı artışına yolaçabileceği unutulmamalıdır.
Diffüzyon hipoksisi: Hastaya verilen N20 kesildiği zaman hızla kandan akciğerlere diffüze olur. Buna bağlı olarak alveollerdeki parsiyel oksijen basıncının, inspire edilen oksijen basıncının altına düşmesi ile hipoksi ve hipoksemiye yol açabilir. Bu nedenle klinik uygulamada N,0 kesildikten sonra hastaya 5 dk süre ile %100 02 verilmelidir.
Tetrafolat sentezi inhibisyonu: DNA sentezi için gerekli olan ve BI2 vitaminine bağımlı olan methionin sentetazı inaktive etmektedir. Bu nedenle N20, gebelerde ve vitamin B12 eksikliği olan hastalarda dikkatli kullanılmalıdır.
23 Temmuz 2010 Cuma
Kardiyopulmoner Resusitasyon
Erişkinde Kardiyopulmoner Resüsitasyon
Kardiyopulmoner resüsitasyon (CPR), solunumsal ve/veya kardiyak ar-rest tedavisinde yapılması gereken işlemlerin tümünü tanımlamaktadır. Kardiyak arrest ise, bilinci kapalı hastada büyük arterlerde (karotis, femoral arter) nabız alınamaması yani dolaşımın durmasıdır.
Kardiyorespiratuvar arrest havayolu obstrüksiyonu, solunum yetmezliği ve kalpte fonksiyon bozukluğuna yol açan primer (yabancı cisim aspirasyonu, astım, miyokard infarktüsü) veya sekon-der (kafa travması, strok, hemorajik şok, pnömotoraks vs) nedenlere bağlı olarak gelişebilmektedir. Kardiyak arrest sonrası başarılı bir sonuç sağlayabilmek için yapılması gereken girişimler "yaşam zinciri" olarak tanımlanmıştır. Bu zincir "erken değerlendirme ve yardım çağırma - erken CPR - erken de-fibrilasyon - erken ileri yaşam desteği" halkalarından oluşmaktadır. CPR uygulamasının en erken dönemde doğru ve bilinçli şekilde başlatılması büyük önem taşır. Temel yaşam desteği ilk 4 dk içinde, ileri yaşam desteği içinde yer alan defıbrilasyon ilk 8 dk içinde uygulanabilirse sağ kalım oranının %43'e ulaştığı saptanmıştır.
Tarihi gelişimi daha eskilere dayanmakla birlikte 1960'larda ağızdan ağıza solunum ile yeterli ventilasyon ve eks-ternal torakal kompresyon ile kalp masajının tanımlanması modern anlamda CPR'un temelini oluşturmuştur.
Bu bölümde erişkinlerde (8 yaş üzerindeki kişilerde) CPR'ın temel ve ileri yaşam desteği basamaklarının temel al-goritmleri üzerinde durulacaktır.
Kardiyopulmoner resüsitasyon (CPR), solunumsal ve/veya kardiyak ar-rest tedavisinde yapılması gereken işlemlerin tümünü tanımlamaktadır. Kardiyak arrest ise, bilinci kapalı hastada büyük arterlerde (karotis, femoral arter) nabız alınamaması yani dolaşımın durmasıdır.
Kardiyorespiratuvar arrest havayolu obstrüksiyonu, solunum yetmezliği ve kalpte fonksiyon bozukluğuna yol açan primer (yabancı cisim aspirasyonu, astım, miyokard infarktüsü) veya sekon-der (kafa travması, strok, hemorajik şok, pnömotoraks vs) nedenlere bağlı olarak gelişebilmektedir. Kardiyak arrest sonrası başarılı bir sonuç sağlayabilmek için yapılması gereken girişimler "yaşam zinciri" olarak tanımlanmıştır. Bu zincir "erken değerlendirme ve yardım çağırma - erken CPR - erken de-fibrilasyon - erken ileri yaşam desteği" halkalarından oluşmaktadır. CPR uygulamasının en erken dönemde doğru ve bilinçli şekilde başlatılması büyük önem taşır. Temel yaşam desteği ilk 4 dk içinde, ileri yaşam desteği içinde yer alan defıbrilasyon ilk 8 dk içinde uygulanabilirse sağ kalım oranının %43'e ulaştığı saptanmıştır.
Tarihi gelişimi daha eskilere dayanmakla birlikte 1960'larda ağızdan ağıza solunum ile yeterli ventilasyon ve eks-ternal torakal kompresyon ile kalp masajının tanımlanması modern anlamda CPR'un temelini oluşturmuştur.
Bu bölümde erişkinlerde (8 yaş üzerindeki kişilerde) CPR'ın temel ve ileri yaşam desteği basamaklarının temel al-goritmleri üzerinde durulacaktır.
İnhalasyon Anestezikleri
İnhalasyon Anestezikleri
İnhalasyon anestezikleri, genel anestezi uygulamasında en sık kullanılan ilaçlardır. Solunum yolu ile gaz şeklinde verilirler. Oda ısısındaki durumlarına göre iki gruba ayrılırlar:
1. Gaz şeklinde olanlar: Dietil eter, trikloretilen, kloroform, siklopropan, N20, ksenon bu grupta yer alırlar.
2. Sıvı şeklinde olanlar: Bu grupta yer alan anesteziklere volatil anestezik-ler de denmektedir. Belli ısı ve basınç altında özel buharlaştırıcılar (vaporiza-tör) ile buhar haline getirildikten sonra uygulanırlar. Halotan, enfluran, metok-sifluran, izofluran, sevofluran ve desflu-ran bu grupta yer alırlar. Halotan dışındakilerin tümü yapısında eter bağı taşımaktadır.
İnhalasyon anesteziklerinin etkinliği ve dozu minimum alveoler konsantrasyon (MAC) ile ifade edilmektedir. 1 MAC, 1 atmosfer basınç altında hayvan Veya insanların %50'sinde ağrılı bîr uyarana karşı hareket şeklindeki bir yanilı engellemek için gerekli olan ınhaIasyon anestezik konsantrasyonudur. Gazın, oksijen içindeki % volümünü gösterir (Tablo 1). Klinik uygulamada, olguların en az %95'inde yanıtı baskılayan konsantrasyonların yani MAC değerinin 1,2-1,3 katının kullanılması gereklidir.
İnhalasyon anestezikleri bir buhar basıncı oluşturarak alveollere, daha sonra kana ve esas hedef organ olan beyne ulaşır. Beyinde belli bir parsiyel basınca ulaştığında ise anestezik etki ortaya çıkar. Parsiyel alveoler basınç (PA), inhalasyon anesteziğinin vücuda alınımı, dolayısıyla anestezi indüksiyo-nunun hızını ve anestezi derinliğini belirleyen en önemli parametredir ve beyindeki parsiyel basınç ile denge halindedir. Parsiyel alveolar basıncın aneste-zist için bir diğer önemli özelliği ise hastanın ekspire ettiği gazlarla ölçüle-bilmesidir. Böylece anestezi derinliğinin istenilen düzeyde sürdürülmesine olanak sağlar.
İnhalasyon Anestezisi
Parsiyel alveolar basıncı belirleyen faktörler,
İnspire edilen gaz konsantrasyonu
Alveoler ventilasyon
Fonksiyonel rezidüel kapasite
Anesteziğin alveollerden kana ve daha sonra dokuya geçişidir.
İnhalasyon Tedavisi
İnhalasyon anesteziğinin alveolden kana geçiş hızını belirleyen kan:gaz partisyon katsayıdır. Bu katsayı her iki kompartmandaki parsiyel anestezik basıncının eşit olduğu yoğunlukların oranıdır. Kan:gaz partisyon katsayısının küçük olması, kanda erirliğin az olduğunu ve iki kompartman arasındaki dengenin hızlı sağlandığını gösterir. Kana geçen anesteziğin dokulara dağılımında ise organ perfüzyonu, doku:kan partisyon katsayısı ve parsiyel basınç gradiyenti etkili olmaktadır.
Vücuttan büyük oranda akciğer yoluyla atılmaktadırlar. Kan:gaz partisyon katsayısının küçük olması, inhalasyon yoluyla atılımın hızlı olduğunu gösterir. Düşük oranda (karaciğerde sitokrom P-450 sistemi ile) metabolize olurlarken, az miktarda cilt yoluyla da atılmaktadırlar.
İnhalasyon anestezikleri, genel anestezi uygulamasında en sık kullanılan ilaçlardır. Solunum yolu ile gaz şeklinde verilirler. Oda ısısındaki durumlarına göre iki gruba ayrılırlar:
1. Gaz şeklinde olanlar: Dietil eter, trikloretilen, kloroform, siklopropan, N20, ksenon bu grupta yer alırlar.
2. Sıvı şeklinde olanlar: Bu grupta yer alan anesteziklere volatil anestezik-ler de denmektedir. Belli ısı ve basınç altında özel buharlaştırıcılar (vaporiza-tör) ile buhar haline getirildikten sonra uygulanırlar. Halotan, enfluran, metok-sifluran, izofluran, sevofluran ve desflu-ran bu grupta yer alırlar. Halotan dışındakilerin tümü yapısında eter bağı taşımaktadır.
İnhalasyon anesteziklerinin etkinliği ve dozu minimum alveoler konsantrasyon (MAC) ile ifade edilmektedir. 1 MAC, 1 atmosfer basınç altında hayvan Veya insanların %50'sinde ağrılı bîr uyarana karşı hareket şeklindeki bir yanilı engellemek için gerekli olan ınhaIasyon anestezik konsantrasyonudur. Gazın, oksijen içindeki % volümünü gösterir (Tablo 1). Klinik uygulamada, olguların en az %95'inde yanıtı baskılayan konsantrasyonların yani MAC değerinin 1,2-1,3 katının kullanılması gereklidir.
İnhalasyon anestezikleri bir buhar basıncı oluşturarak alveollere, daha sonra kana ve esas hedef organ olan beyne ulaşır. Beyinde belli bir parsiyel basınca ulaştığında ise anestezik etki ortaya çıkar. Parsiyel alveoler basınç (PA), inhalasyon anesteziğinin vücuda alınımı, dolayısıyla anestezi indüksiyo-nunun hızını ve anestezi derinliğini belirleyen en önemli parametredir ve beyindeki parsiyel basınç ile denge halindedir. Parsiyel alveolar basıncın aneste-zist için bir diğer önemli özelliği ise hastanın ekspire ettiği gazlarla ölçüle-bilmesidir. Böylece anestezi derinliğinin istenilen düzeyde sürdürülmesine olanak sağlar.
İnhalasyon Anestezisi
Parsiyel alveolar basıncı belirleyen faktörler,
İnspire edilen gaz konsantrasyonu
Alveoler ventilasyon
Fonksiyonel rezidüel kapasite
Anesteziğin alveollerden kana ve daha sonra dokuya geçişidir.
İnhalasyon Tedavisi
İnhalasyon anesteziğinin alveolden kana geçiş hızını belirleyen kan:gaz partisyon katsayıdır. Bu katsayı her iki kompartmandaki parsiyel anestezik basıncının eşit olduğu yoğunlukların oranıdır. Kan:gaz partisyon katsayısının küçük olması, kanda erirliğin az olduğunu ve iki kompartman arasındaki dengenin hızlı sağlandığını gösterir. Kana geçen anesteziğin dokulara dağılımında ise organ perfüzyonu, doku:kan partisyon katsayısı ve parsiyel basınç gradiyenti etkili olmaktadır.
Vücuttan büyük oranda akciğer yoluyla atılmaktadırlar. Kan:gaz partisyon katsayısının küçük olması, inhalasyon yoluyla atılımın hızlı olduğunu gösterir. Düşük oranda (karaciğerde sitokrom P-450 sistemi ile) metabolize olurlarken, az miktarda cilt yoluyla da atılmaktadırlar.
22 Temmuz 2010 Perşembe
Kolloid Sivilar
Kolloid Sıvılar
Bunlar plazma yerine geçebilen, plazma proteinlerinin bazı işlevlerini üstlenebilen maddelerdir. Bu işlevlerin en önemlisi; onkotik basınç, yani sıvı-bağlama kapasitesidir. Bu nedenle bu maddelere plazma genişleticiler de denir. Kapiller ve glomerüler membran-dan geçme özellikleri kristalloıdlerden daha az ve sınırlıdır.
Kolloid sıvıların damar içinde kalabilme özelliği ve süresi ile sıvı bağlama kapasitesi ortalama molekül ağırlıkları, içlerindeki farklı moleküllerin ağırlıklarının dağılımı (tek madde veya birbirine yakın molekül ağırlıklı maddeler daha etkindir), kolloid madde yoğunluğu ve biyolojik yıkım şekillerine bağlıdır. Diğer önemli konu da; sıvının tonisitesi-dir. Hiperonkotik bir sıvı interstisyum-dan sıvı çekerek, interstisyel ödem ve mikrosirkülasyon bozukluğu durumunda yararlı olabilirken, dehidrate veya böbrek fonksiyonu bozuk hastada sakıncalı olabilir.
Günümüzde kullanılmakta olan kolloid sıvılar doğal (insan albümini ve plazma proteini) veya yapay (dekstran, jelatin, hidroksietil starch-nişasta) olarak ikiye ayrılır.
Doğal Kolloid Maddeler
En önemlileri; plazma protein fraksiyonu (PPF), insan serum_albiimini (HSA) ve taze^onmuş_plaznaa (FFP) olup, bu ürünlerin özelliklerine kan ürünleri konusunda değinildi. Bu maddelerin, pahalı ve kaynaklarının sınırlı olması nedeniyle, sadece hipoproteine-mi ile birlikte olan hipovolemide rep-lasman sıvısı olarak kullanılmaları daha uygundur.
Bunlar plazma yerine geçebilen, plazma proteinlerinin bazı işlevlerini üstlenebilen maddelerdir. Bu işlevlerin en önemlisi; onkotik basınç, yani sıvı-bağlama kapasitesidir. Bu nedenle bu maddelere plazma genişleticiler de denir. Kapiller ve glomerüler membran-dan geçme özellikleri kristalloıdlerden daha az ve sınırlıdır.
Kolloid sıvıların damar içinde kalabilme özelliği ve süresi ile sıvı bağlama kapasitesi ortalama molekül ağırlıkları, içlerindeki farklı moleküllerin ağırlıklarının dağılımı (tek madde veya birbirine yakın molekül ağırlıklı maddeler daha etkindir), kolloid madde yoğunluğu ve biyolojik yıkım şekillerine bağlıdır. Diğer önemli konu da; sıvının tonisitesi-dir. Hiperonkotik bir sıvı interstisyum-dan sıvı çekerek, interstisyel ödem ve mikrosirkülasyon bozukluğu durumunda yararlı olabilirken, dehidrate veya böbrek fonksiyonu bozuk hastada sakıncalı olabilir.
Günümüzde kullanılmakta olan kolloid sıvılar doğal (insan albümini ve plazma proteini) veya yapay (dekstran, jelatin, hidroksietil starch-nişasta) olarak ikiye ayrılır.
Doğal Kolloid Maddeler
En önemlileri; plazma protein fraksiyonu (PPF), insan serum_albiimini (HSA) ve taze^onmuş_plaznaa (FFP) olup, bu ürünlerin özelliklerine kan ürünleri konusunda değinildi. Bu maddelerin, pahalı ve kaynaklarının sınırlı olması nedeniyle, sadece hipoproteine-mi ile birlikte olan hipovolemide rep-lasman sıvısı olarak kullanılmaları daha uygundur.
Genel Anestezikler
Genel Anestezikler
Genel anestezi uygulamasında kullanılan ilaçlar inhalasyon anestezikleri ve intravenöz anestezikler olarak iki ana gruba ayrılmaktadır. Tarihçeye bakıldığında ilk anestezi uygulamalarının azot protoksit (N20), eter ve kloroform gibi inhalasyon anestezikleri ile gerçekleştirildiği görülmektedir. İntravenöz anes-teziklerin kullanıma girmesi ise 20. yüzyılda olmuştur.
İdeal bir anestezik ilaçta aranan özellikler irdelenecek olursa;
1. Kimyasal olarak stabil ve saf olmalı,
2. Etkisi santral sinir sisteminde (SSS) hızlı başlamalı, kısa sürede ve tam olarak sonlanmalı,
3. İntravenöz uygulanıyorsa enjeksiyon yerinde ağrıya, histamin salınımına neden olmamalı, inhalasyon yoluyla uygulanıyorsa keskin kokulu ve solunum yollarına irritan etkili olmamalı,
4. Yanıcı ve patlayıcı özellikte ve toksik etkili olmamalı,
5. Yaşamsal fonksiyonları (kardiyo-vasküler, solunum) minimum düzeyde etkilemeli,
6. Serebral kan akımı ve metabolizmayı azaltmalı,
7. Analjezik etki, kas gevşemesi sağlamalı,
8. İntravenöz uygulanıyorsa inaktif metabolitlere dönüşmeli, inhalasyon yoluyla uygulanıyorsa metabolize olmamalı,
9. İstenmeyen postoperatif etkileri (bulantı-kusma gibi) olmamalı,
10. Çalışanlar üzerinde olumsuz etkileri olmamalı,
11. Elde edilmesi kolay ve ucuz olmalıdır.
Günümüze kadar ideal özellikleri taşıyan anesteziği elde edebilmek için çok sayıda araştırma yapılmış ve anestezik özelliği gösteren birçok ilaç klinik uygulamaya girmiştir. Ancak, toksik veya önemli yan etkileri nedeniyle bazılarının kullanımları terk edilmiştir. Örneğin, inhalasyon anesteziklerinden die-til eter yanıcı-patlayıcı olması ve indük-siyon ve ayılmanın yavaş olması, siklopropan ve fluroksen yanıcı özellikleri, metoksifluran nefrotoksik olması, kloroform ve fluroksen de hepatotoksisite-leri nedeni ile günümüzde kullanılmamaktadır. İntravenöz anesteziklerden steroid yapıya sahip hidroksidion, alte-zin, minoksolon veya aromatik bileşik olan propanidid de bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Genel anestezi uygulamasında kullanılan ilaçlar inhalasyon anestezikleri ve intravenöz anestezikler olarak iki ana gruba ayrılmaktadır. Tarihçeye bakıldığında ilk anestezi uygulamalarının azot protoksit (N20), eter ve kloroform gibi inhalasyon anestezikleri ile gerçekleştirildiği görülmektedir. İntravenöz anes-teziklerin kullanıma girmesi ise 20. yüzyılda olmuştur.
İdeal bir anestezik ilaçta aranan özellikler irdelenecek olursa;
1. Kimyasal olarak stabil ve saf olmalı,
2. Etkisi santral sinir sisteminde (SSS) hızlı başlamalı, kısa sürede ve tam olarak sonlanmalı,
3. İntravenöz uygulanıyorsa enjeksiyon yerinde ağrıya, histamin salınımına neden olmamalı, inhalasyon yoluyla uygulanıyorsa keskin kokulu ve solunum yollarına irritan etkili olmamalı,
4. Yanıcı ve patlayıcı özellikte ve toksik etkili olmamalı,
5. Yaşamsal fonksiyonları (kardiyo-vasküler, solunum) minimum düzeyde etkilemeli,
6. Serebral kan akımı ve metabolizmayı azaltmalı,
7. Analjezik etki, kas gevşemesi sağlamalı,
8. İntravenöz uygulanıyorsa inaktif metabolitlere dönüşmeli, inhalasyon yoluyla uygulanıyorsa metabolize olmamalı,
9. İstenmeyen postoperatif etkileri (bulantı-kusma gibi) olmamalı,
10. Çalışanlar üzerinde olumsuz etkileri olmamalı,
11. Elde edilmesi kolay ve ucuz olmalıdır.
Günümüze kadar ideal özellikleri taşıyan anesteziği elde edebilmek için çok sayıda araştırma yapılmış ve anestezik özelliği gösteren birçok ilaç klinik uygulamaya girmiştir. Ancak, toksik veya önemli yan etkileri nedeniyle bazılarının kullanımları terk edilmiştir. Örneğin, inhalasyon anesteziklerinden die-til eter yanıcı-patlayıcı olması ve indük-siyon ve ayılmanın yavaş olması, siklopropan ve fluroksen yanıcı özellikleri, metoksifluran nefrotoksik olması, kloroform ve fluroksen de hepatotoksisite-leri nedeni ile günümüzde kullanılmamaktadır. İntravenöz anesteziklerden steroid yapıya sahip hidroksidion, alte-zin, minoksolon veya aromatik bileşik olan propanidid de bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Beyin Sapi ve Diensefalik Mekanizma
Beyin Sapı, Orta Beyin ve Diensefalik Mekanizmalar
Somatosensoriel inputlar, beyin sapı ve orta beyne iki şekilde iletilirler. Birincisi, anterolateral spinal kadran içinde yukarı çıkan spinal projeksiyon nöronlarının aksonları ve akson kollateral-leri bu traktusu terkederek beyin sapı ve orta beyinde ^sonlanırlar. Bu bölgeler, kardiyovasküler ve respiratuar fonksiyonları etkileyen beyin sapındaki oto-nomik regülatuar bölgelerdir. Anterolateral sistemin kalan lifleri beyin sapı ve orta beyni geçerek, hipotalamus, lateral talamusun posterior kısımları ve bazı medial talamus bölgelerinde sonlanırlar.
Somatosensoriel inputların beyin sapına ikinci ulaşma yolu, spinal kordun dorsal (posterior) kolonları içinde dor-sal kolon nukleusu ile ilk sinapsını yapmak üzere yukarı çıkan primer afferent liflerdir. Bu inputlar öyle bir şekilde organize edilmişlerdir ki; alt ekstremite-lerden gelen lifler, nukleus grasilis içinde en medial bölümde, üst ekstremite-lerden gelenler de nukleus kuneatus içinde en lateral bölümde yer almışlardır. Vücudun en distal bölgelerinden gelenler dorsal, proksimal bölgelerinden gelenler de ventraldedir. Dorsal kolon nukleusundaki second-order hücrelerin aksonları, orta hattı geçerek, beyin sapının karşı tarafındaki medial Iemnis-kus içinde birleşirler ve sonra da talamusun ventral posterior lateral nukleu-sunda sonlanırlar. Talamik nöronlar sonra, spesifik kortikal bölgelere projekte olurlar.
Eksitatuar Nörotransmitterler
Somatosensoriel sistemdeki başlıca eksitatuar nörotransmitterler glutamat ve aspartattır. Bu eksitatuar arrinoasit-ler, somatosensoriel sistemdeki afferent bağlantılarda transmisyonu sağlamaktadır.
Somatosensoriel sistemde glutamat ve aspartat için dört reseptör tipi vardır. N-metil-D-aspartat (NMDA) tarafından en iyi aktive edilen reseptörlere NMDA glutamat reseptörleri adı verilir. NMDA tarafından aktive edilmeyen (non-NMDA) reseptörlerin üç alt tipi vardır: kainat, AMPA, ACPD reseptörleri. NMDA reseptörünün genellikle şiddetli ve/veya uzamış somatosensoriel uyaranlarla çalıştığı düşünülmektedir.
Somatosensoriel sistemde transmit-ter olarak rol oynayan ikinci bir eksitatuar madde adenozin trifosfat (ATP) tır.
Ağrı duyusu eksitatuar ve inhibitör nörotransmitter mekanizmalarının kompleks bir etkileşmesini içerir. Glutamat ve aspartat gibi klasik nörotransmitterler ve substans P gibi peptidler, primer afferent nöronlardan salgılanırlar.
İnhibitör Nörotransmitterler
Somatosensoriel sistemin primer inhibitör transmitterler aminositleri, glisin ve gama-aminobütirik asit (GABA) tir. Glisin, özellikle spinal düzeylerde önemli iken, GABA predominant olarak daha yüksek düzeylerde etkindir. İnhibitör nörotransmitterlerin fonksiyon-larındaki değişiklikler özellikle, hiperal-jezi oluşumunda ve takiben de nöropa-tik ağrı gelişiminde önemli olabilirler.
Noradrenalin, serotonin, adenosin ve asetilkolin de somatosensoriel sistemde anti-nosisepsiyonu ileten diğer nöro-transmitterlerdir.
Somatosensoriel inputlar, beyin sapı ve orta beyne iki şekilde iletilirler. Birincisi, anterolateral spinal kadran içinde yukarı çıkan spinal projeksiyon nöronlarının aksonları ve akson kollateral-leri bu traktusu terkederek beyin sapı ve orta beyinde ^sonlanırlar. Bu bölgeler, kardiyovasküler ve respiratuar fonksiyonları etkileyen beyin sapındaki oto-nomik regülatuar bölgelerdir. Anterolateral sistemin kalan lifleri beyin sapı ve orta beyni geçerek, hipotalamus, lateral talamusun posterior kısımları ve bazı medial talamus bölgelerinde sonlanırlar.
Somatosensoriel inputların beyin sapına ikinci ulaşma yolu, spinal kordun dorsal (posterior) kolonları içinde dor-sal kolon nukleusu ile ilk sinapsını yapmak üzere yukarı çıkan primer afferent liflerdir. Bu inputlar öyle bir şekilde organize edilmişlerdir ki; alt ekstremite-lerden gelen lifler, nukleus grasilis içinde en medial bölümde, üst ekstremite-lerden gelenler de nukleus kuneatus içinde en lateral bölümde yer almışlardır. Vücudun en distal bölgelerinden gelenler dorsal, proksimal bölgelerinden gelenler de ventraldedir. Dorsal kolon nukleusundaki second-order hücrelerin aksonları, orta hattı geçerek, beyin sapının karşı tarafındaki medial Iemnis-kus içinde birleşirler ve sonra da talamusun ventral posterior lateral nukleu-sunda sonlanırlar. Talamik nöronlar sonra, spesifik kortikal bölgelere projekte olurlar.
Eksitatuar Nörotransmitterler
Somatosensoriel sistemdeki başlıca eksitatuar nörotransmitterler glutamat ve aspartattır. Bu eksitatuar arrinoasit-ler, somatosensoriel sistemdeki afferent bağlantılarda transmisyonu sağlamaktadır.
Somatosensoriel sistemde glutamat ve aspartat için dört reseptör tipi vardır. N-metil-D-aspartat (NMDA) tarafından en iyi aktive edilen reseptörlere NMDA glutamat reseptörleri adı verilir. NMDA tarafından aktive edilmeyen (non-NMDA) reseptörlerin üç alt tipi vardır: kainat, AMPA, ACPD reseptörleri. NMDA reseptörünün genellikle şiddetli ve/veya uzamış somatosensoriel uyaranlarla çalıştığı düşünülmektedir.
Somatosensoriel sistemde transmit-ter olarak rol oynayan ikinci bir eksitatuar madde adenozin trifosfat (ATP) tır.
Ağrı duyusu eksitatuar ve inhibitör nörotransmitter mekanizmalarının kompleks bir etkileşmesini içerir. Glutamat ve aspartat gibi klasik nörotransmitterler ve substans P gibi peptidler, primer afferent nöronlardan salgılanırlar.
İnhibitör Nörotransmitterler
Somatosensoriel sistemin primer inhibitör transmitterler aminositleri, glisin ve gama-aminobütirik asit (GABA) tir. Glisin, özellikle spinal düzeylerde önemli iken, GABA predominant olarak daha yüksek düzeylerde etkindir. İnhibitör nörotransmitterlerin fonksiyon-larındaki değişiklikler özellikle, hiperal-jezi oluşumunda ve takiben de nöropa-tik ağrı gelişiminde önemli olabilirler.
Noradrenalin, serotonin, adenosin ve asetilkolin de somatosensoriel sistemde anti-nosisepsiyonu ileten diğer nöro-transmitterlerdir.
21 Temmuz 2010 Çarşamba
Anestezi Oncesi Hazirlik
Anestezi Öncesi Hazırlık ve Anestezi İndüksiyonu
Ameliyathaneye gelen hastalarda standart olarak anestezi indüksiyonu öncesi EKG ile kalp hızı ve ritmi, pulse oksimetre ile periferik 02 satürasyonu, non-invaziv olarak kan basıncı monitö-rize edilir. Hastanın medikal durumuna göre bazen invaziv monitörizasyonun (arteriyel kateter, santral venöz kateter, pulmoner arter kateteri gibi) da anestezi indüksiyonundan önce yapılması gerekli olabilir. Örneğin serebral iskemi riski olan hastada arteriyel kateter, elektif aort cerrahisi yapılacak hastada santral venöz kateter indüksiyondan önce yerleştirilmelidir. Ayrıca postoperatif dönemde yakın izlem gerektirecek olgularda önceden yoğun bakım ünitesinde yatak ayrılmalıdır.
Anestezi indüksiyonu, anestezinin en hareketli dönemlerinden biridir. Verilen ilaçlar sonucu tüm yaşamsal fonksiyonları anestezist tarafından izlenen ve kontrol edilen, bilinçsiz ve refleksleri baskılanmış bir hasta ile karşı karşıya kalınır. Hasta açısından bakıldığında, bu dönem hastanın anestezi uygulaması ile ilgili hatırlayacağı tek dönemdir. Bu nedenle ameliyathane ortamı gürültüsüz ve sakin olmalı, hasta mümkün olduğunca rahat ettirilmelidir.
İndüksiyona başlamadan önce anes-tezistin kullanacağı ve gerek duyabileceği ilaçlar hazır, anestezi makinası, diğer araç-gereçler ve malzemeler kontrol edilmiş, çalışır durumda olmalıdır. Anesteziste yardımcı olacak bir elemanın bulunması da yararlı olacaktır. İn-düksiyon için hasta supin, ekstremitele-ri nötral anatomik pozisyonda olmalıdır. Başın altına ince bir yastık yerleştirilir. Anestezi indüksiyonu, hastaya yüz maskesi ile 02 verilirken iv yoldan kısa etki süreli hipnotik bir ajanla sağlanır. Bilincin kaybolması ile inhalasyon ve/veya diğer iv ilaçlar ek olarak verilir. Bu sırada hastanın spontan solunumu yüzeyelleşir veya apne gelişebilir. Yüz maskesi ile %100 O2, verilerek hastanın solunumu desteklenir veya solutulur.
Hasta çocuk ise, havayolundaki bir sorun nedeni ile spontan solunumun korunması gerekli ise veya damar yolu açılamıyorsa indüksiyon inhalasyon yoluyla da gerçekleştirilir. İnhalasyon anestezisi preoksijenizasyon sonrası düşük konsantrasyonda başlanıp, 3-4 dakikada bir arttırarak veya tek nefes tekniği ile sağlanır. Bu amaçla havayolu irri-tasyonu yapmayan ve keskin kokulu olmayan halotan veya sevofluran tercih edilir. Bazı ilaçların intramüsküler, rek-tal, transdermal, bukkal yol gibi diğer verilim yollan genellikle çocuklarda veya damaryolu açılamayan erişkinlerde anestezi indüksiyonuna hazırlık ve sedasyon için kullanılabilir.
Anestezi İdamesi
Anestezinin idame dönemi, yeterli anestezi derinliği sağlandıktan sonra cerrahi girişimin başladığı ve cerrahinin sonuna kadar sürdürüldüğü dönemdir. Anestezist bu dönemde, hastanın homeostazisini (yaşamsal fonksiyonları, vücut sıcaklığı, volüm ve koagülasyon durumu) ve yeterli anestezi derinliğini sürdürmekle yükümlüdür. Bunun için önceden havayolu kontrol yöntemi, solunum şekli ve uygulanacak anestezi yönteminin belirlenmiş olması gereklidir.
Anestezi altındaki hastanın havayolu, yüz maskesi, oral/nazal havayolu, la-ringeal maske ve endotrakeal tüp yerleştirilerek sağlanabilir. Cerrahi girişimin tipi ve süresi, hastanın durumu, verilen pozisyon ve kullanılacak ilaçlara göre hastanın solunum şekli (spontan, asiste veya kontrole solunum gibi) belirlenir.
Endotrakeal entübasyon yapılacaksa kas gevşetici ilaçlardan yararlanılır. Kas gevşetici ilaç yapılmadan yeterli ventilasyon ve oksijenasyonun sağlandığı mutlaka kontrol edilmelidir. Laringos-kopi ve entübasyon sırasında hipertansiyon ve taşikardi ile kendini gösteren sempatik cevapla karşılanabileceği unutulmamalıdır. Kontrole solunumun gerekli olduğu durumlarda endotrakeal entübasyon sonrası genellikle mekanik ventilatörlerden yararlanılır. Sağlıklı kişilerde tidal volüm 10-12 ml/kg, solunum sayısı 8-12 /dk şeklinde ayarlanır. Ventilasyonu değerlendirmek üzere hastanın gözlenmesi ve solunum seslerinin oskültasyonunun yanısıra anestezi ma-kinasındaki rezervuar balon, havayolu basınçları ve monitörler (kapnograf, pulse oksimetre) de sürekli olarak izlenmelidir.
Anestezi indüksiyonu ve havayolu kontrolü sağlandıktan sonra hastaya cerrahi girişim için uygun pozisyon verilir. Pozisyon verilirken hastanın havayolu, ventilasyon ve hernodinamik değişiklikler yakından izlenmelidir. Baş, boyun ve ekstremiteler uygun şekilde desteklenip bası ve doku hasarından korunmalıdır.
Anestezi idamesinde genellikle %50-60 oranında N20 ile %50-40 oranında oksijen verilir. Bu kombinasyona volatil anestezik (0.3-0.5 MAC) ve minimal dozda opioid eklenmesi ile hastanın spontan solunumunun devamı sağlanabilir. Kontrole solunumun gerekli olduğu durumlarda bu ilaçlara bir kas gevşetici ajanın eklenmesi sonucu elde edilen balans anestezi tekniği en sık kullanılan tekniktir. İntravenöz aneste-zikler ve opiodlerin tekrarlanan bolus dozları veya sürekli infüzyon şeklinde verilmesi ile alternatif olarak TIVA da uygulanabilir. Kardiyak anestezide ise orta veya yüksek doz opioid anestezisi (N20, kas gevşetici ve minimal dozda hipnotik) hernodinamik stabiliteyi koruması açısından kullanılan bir diğer yöntemdir.
Bu dönemde ayrıca hastanın volüm durumu değerlendirilerek sıvı gereksiniminin karşılanması ve kayıpların sıvı veya kan verilerek yerine konması anestezistin yükümlülüğündedir.
Ayılma Dönemi
Bu dönem cerahi girişimin sonunda başlar ve anestezi altındaki hastanın tekrar tamamen uyanık, cevap verir, koruyucu refleksleri geri dönmüş ve kas gücünün tam geri dönmüş duruma gelmesiyle sonuçlanır.
Cerrahi girişimin bitimine yakın anestezik gazların konsantrasyonları düşürülerek vaporizatör kapatılır. %100 02 ile ventilasyona geçilir. Hasta genellikle supin pozisyona getirilir. Kas gev-şetici kullanılmışsa kalan etkisi neostig-min-atropin ile revers edilir. Kısa bir süre sonra hastanın spontan solunumu başlar ve bilinci açılır ve koruyucu refleksleri geri döner.
Ekstübasyon öncesi hastanın,
bilinci açık,
solunumu ve oksijenasyonu yeterli,
hemodinamisi stabil,
kas gücü tam olmalı
basit sözlü emirlere uyabilmelidir.
Ekstübasyon için uygun koşullar sağlandığında %100 02 soluyan hastanın önce ağız içi aspire edilir. Gerekli ise trakeobronşial aspirasyon da yapıldıktan sonra hasta ekstübe edilir. Trakeobronşial aspirasyon ve ekstübasyon öncesi ve sonrasında hastaya 02 verilmelidir.
Yüzeyel anestezi durumunda ekstübasyon, irritasyon sonucu havayolu reflekslerinin uyarılmasına, laringospazm ve bronkospazma yol açabilir. Bazı durumlarda (örn; ciddi astım, orta kulak operasyonu, bazı göz operasyonları, in-guinal herniorafi gibi) istenmeyen bu reaksiyonlardan kaçınmak amacıyla hasta daha anestezi altındayken (2. evrede) ekstübasyon gerçekleştirilebilir. Uzun süreli cerrahi girişim (>6 saat), hipotermi, oral kavitede geniş cerrahi girişim gibi bazı durumlarda ise hastanın postoperatif dönemde bir süre entü-be kalması gerekebilir.
Ekstübasyon sonrası bir süre gözlenen hastanın hemodinamik stabilitesi devam ediyor, solunum ve oksijenasyonu yeterli ise ayılma odasına alınır. Ekstübasyon sonrası uyarıların kalkması sonucu hastanın tekrar uyuyabileceği ve havayolunun obstrükte olabileceği akılda tutulmalıdır.
Hasta ayılma odasına anestezist re-fakatında götürülmeli ve burada en az 30 dakika daha gözlenmelidir. Bu süreyi hastanın durumu ve cerrahi girişimin özellikleri belirler. Bu dönemin özellikleri ve karşılaşılabilecek sorunlar ayrıntılı olarak ilgili bölümde ele alınmıştır. Hastanın ayılma odasından çıkarılmasına anestezist karar vermelidir. Postoperatif erken dönemde yatan hastanın tekrar ziyareti anestezistin uygulamayı değerlendirmesi açısından (örn; hastanın memnuniyeti veya gelişen sorunlar gibi) fayda sağlayacaktır.
Ameliyathaneye gelen hastalarda standart olarak anestezi indüksiyonu öncesi EKG ile kalp hızı ve ritmi, pulse oksimetre ile periferik 02 satürasyonu, non-invaziv olarak kan basıncı monitö-rize edilir. Hastanın medikal durumuna göre bazen invaziv monitörizasyonun (arteriyel kateter, santral venöz kateter, pulmoner arter kateteri gibi) da anestezi indüksiyonundan önce yapılması gerekli olabilir. Örneğin serebral iskemi riski olan hastada arteriyel kateter, elektif aort cerrahisi yapılacak hastada santral venöz kateter indüksiyondan önce yerleştirilmelidir. Ayrıca postoperatif dönemde yakın izlem gerektirecek olgularda önceden yoğun bakım ünitesinde yatak ayrılmalıdır.
Anestezi indüksiyonu, anestezinin en hareketli dönemlerinden biridir. Verilen ilaçlar sonucu tüm yaşamsal fonksiyonları anestezist tarafından izlenen ve kontrol edilen, bilinçsiz ve refleksleri baskılanmış bir hasta ile karşı karşıya kalınır. Hasta açısından bakıldığında, bu dönem hastanın anestezi uygulaması ile ilgili hatırlayacağı tek dönemdir. Bu nedenle ameliyathane ortamı gürültüsüz ve sakin olmalı, hasta mümkün olduğunca rahat ettirilmelidir.
İndüksiyona başlamadan önce anes-tezistin kullanacağı ve gerek duyabileceği ilaçlar hazır, anestezi makinası, diğer araç-gereçler ve malzemeler kontrol edilmiş, çalışır durumda olmalıdır. Anesteziste yardımcı olacak bir elemanın bulunması da yararlı olacaktır. İn-düksiyon için hasta supin, ekstremitele-ri nötral anatomik pozisyonda olmalıdır. Başın altına ince bir yastık yerleştirilir. Anestezi indüksiyonu, hastaya yüz maskesi ile 02 verilirken iv yoldan kısa etki süreli hipnotik bir ajanla sağlanır. Bilincin kaybolması ile inhalasyon ve/veya diğer iv ilaçlar ek olarak verilir. Bu sırada hastanın spontan solunumu yüzeyelleşir veya apne gelişebilir. Yüz maskesi ile %100 O2, verilerek hastanın solunumu desteklenir veya solutulur.
Hasta çocuk ise, havayolundaki bir sorun nedeni ile spontan solunumun korunması gerekli ise veya damar yolu açılamıyorsa indüksiyon inhalasyon yoluyla da gerçekleştirilir. İnhalasyon anestezisi preoksijenizasyon sonrası düşük konsantrasyonda başlanıp, 3-4 dakikada bir arttırarak veya tek nefes tekniği ile sağlanır. Bu amaçla havayolu irri-tasyonu yapmayan ve keskin kokulu olmayan halotan veya sevofluran tercih edilir. Bazı ilaçların intramüsküler, rek-tal, transdermal, bukkal yol gibi diğer verilim yollan genellikle çocuklarda veya damaryolu açılamayan erişkinlerde anestezi indüksiyonuna hazırlık ve sedasyon için kullanılabilir.
Anestezi İdamesi
Anestezinin idame dönemi, yeterli anestezi derinliği sağlandıktan sonra cerrahi girişimin başladığı ve cerrahinin sonuna kadar sürdürüldüğü dönemdir. Anestezist bu dönemde, hastanın homeostazisini (yaşamsal fonksiyonları, vücut sıcaklığı, volüm ve koagülasyon durumu) ve yeterli anestezi derinliğini sürdürmekle yükümlüdür. Bunun için önceden havayolu kontrol yöntemi, solunum şekli ve uygulanacak anestezi yönteminin belirlenmiş olması gereklidir.
Anestezi altındaki hastanın havayolu, yüz maskesi, oral/nazal havayolu, la-ringeal maske ve endotrakeal tüp yerleştirilerek sağlanabilir. Cerrahi girişimin tipi ve süresi, hastanın durumu, verilen pozisyon ve kullanılacak ilaçlara göre hastanın solunum şekli (spontan, asiste veya kontrole solunum gibi) belirlenir.
Endotrakeal entübasyon yapılacaksa kas gevşetici ilaçlardan yararlanılır. Kas gevşetici ilaç yapılmadan yeterli ventilasyon ve oksijenasyonun sağlandığı mutlaka kontrol edilmelidir. Laringos-kopi ve entübasyon sırasında hipertansiyon ve taşikardi ile kendini gösteren sempatik cevapla karşılanabileceği unutulmamalıdır. Kontrole solunumun gerekli olduğu durumlarda endotrakeal entübasyon sonrası genellikle mekanik ventilatörlerden yararlanılır. Sağlıklı kişilerde tidal volüm 10-12 ml/kg, solunum sayısı 8-12 /dk şeklinde ayarlanır. Ventilasyonu değerlendirmek üzere hastanın gözlenmesi ve solunum seslerinin oskültasyonunun yanısıra anestezi ma-kinasındaki rezervuar balon, havayolu basınçları ve monitörler (kapnograf, pulse oksimetre) de sürekli olarak izlenmelidir.
Anestezi indüksiyonu ve havayolu kontrolü sağlandıktan sonra hastaya cerrahi girişim için uygun pozisyon verilir. Pozisyon verilirken hastanın havayolu, ventilasyon ve hernodinamik değişiklikler yakından izlenmelidir. Baş, boyun ve ekstremiteler uygun şekilde desteklenip bası ve doku hasarından korunmalıdır.
Anestezi idamesinde genellikle %50-60 oranında N20 ile %50-40 oranında oksijen verilir. Bu kombinasyona volatil anestezik (0.3-0.5 MAC) ve minimal dozda opioid eklenmesi ile hastanın spontan solunumunun devamı sağlanabilir. Kontrole solunumun gerekli olduğu durumlarda bu ilaçlara bir kas gevşetici ajanın eklenmesi sonucu elde edilen balans anestezi tekniği en sık kullanılan tekniktir. İntravenöz aneste-zikler ve opiodlerin tekrarlanan bolus dozları veya sürekli infüzyon şeklinde verilmesi ile alternatif olarak TIVA da uygulanabilir. Kardiyak anestezide ise orta veya yüksek doz opioid anestezisi (N20, kas gevşetici ve minimal dozda hipnotik) hernodinamik stabiliteyi koruması açısından kullanılan bir diğer yöntemdir.
Bu dönemde ayrıca hastanın volüm durumu değerlendirilerek sıvı gereksiniminin karşılanması ve kayıpların sıvı veya kan verilerek yerine konması anestezistin yükümlülüğündedir.
Ayılma Dönemi
Bu dönem cerahi girişimin sonunda başlar ve anestezi altındaki hastanın tekrar tamamen uyanık, cevap verir, koruyucu refleksleri geri dönmüş ve kas gücünün tam geri dönmüş duruma gelmesiyle sonuçlanır.
Cerrahi girişimin bitimine yakın anestezik gazların konsantrasyonları düşürülerek vaporizatör kapatılır. %100 02 ile ventilasyona geçilir. Hasta genellikle supin pozisyona getirilir. Kas gev-şetici kullanılmışsa kalan etkisi neostig-min-atropin ile revers edilir. Kısa bir süre sonra hastanın spontan solunumu başlar ve bilinci açılır ve koruyucu refleksleri geri döner.
Ekstübasyon öncesi hastanın,
bilinci açık,
solunumu ve oksijenasyonu yeterli,
hemodinamisi stabil,
kas gücü tam olmalı
basit sözlü emirlere uyabilmelidir.
Ekstübasyon için uygun koşullar sağlandığında %100 02 soluyan hastanın önce ağız içi aspire edilir. Gerekli ise trakeobronşial aspirasyon da yapıldıktan sonra hasta ekstübe edilir. Trakeobronşial aspirasyon ve ekstübasyon öncesi ve sonrasında hastaya 02 verilmelidir.
Yüzeyel anestezi durumunda ekstübasyon, irritasyon sonucu havayolu reflekslerinin uyarılmasına, laringospazm ve bronkospazma yol açabilir. Bazı durumlarda (örn; ciddi astım, orta kulak operasyonu, bazı göz operasyonları, in-guinal herniorafi gibi) istenmeyen bu reaksiyonlardan kaçınmak amacıyla hasta daha anestezi altındayken (2. evrede) ekstübasyon gerçekleştirilebilir. Uzun süreli cerrahi girişim (>6 saat), hipotermi, oral kavitede geniş cerrahi girişim gibi bazı durumlarda ise hastanın postoperatif dönemde bir süre entü-be kalması gerekebilir.
Ekstübasyon sonrası bir süre gözlenen hastanın hemodinamik stabilitesi devam ediyor, solunum ve oksijenasyonu yeterli ise ayılma odasına alınır. Ekstübasyon sonrası uyarıların kalkması sonucu hastanın tekrar uyuyabileceği ve havayolunun obstrükte olabileceği akılda tutulmalıdır.
Hasta ayılma odasına anestezist re-fakatında götürülmeli ve burada en az 30 dakika daha gözlenmelidir. Bu süreyi hastanın durumu ve cerrahi girişimin özellikleri belirler. Bu dönemin özellikleri ve karşılaşılabilecek sorunlar ayrıntılı olarak ilgili bölümde ele alınmıştır. Hastanın ayılma odasından çıkarılmasına anestezist karar vermelidir. Postoperatif erken dönemde yatan hastanın tekrar ziyareti anestezistin uygulamayı değerlendirmesi açısından (örn; hastanın memnuniyeti veya gelişen sorunlar gibi) fayda sağlayacaktır.
Akut Agri Mekanizmasi
Akut Ağrı Mekanizmaları
Ağrıyı ileten sistemler başlıca şu komponentlerden oluşurlar:
1. Nosiseptörler periferik sinir sisteminde ağrılı uyaranı tanıyan özel reseptörlerdir. Primer nosiseptif afferent lifler, A-delta ve C lifleri ağrılı uyaranlarla ilgili bilgileri spinal kordun arka boynuzuna iletirler.
2. Asandan nosiseptif traktuslar, örn. spinotalamik ve spinohipotalamik traktuslar nosiseptif uyaranları spinal kordun arka boynuzundan SSS'deki daha yüksek merkezlere taşırlar.
3. SSS'deki yüksek merkezler, ağrının afektif komponentleri, bellek komponentleri ve ağrılı uyaranlara karşı hemen görülen yanıtlarla ilgili motor kontrolü içeren ağrı ayırdedilmesi ile ilgilidirler.
4. Desandan sistemler: SSS'nin yüksek merkezlerinde nosiseptif infor-masyonun değişik düzeylerde modifıye edilmesini sağlarlar.
Periferik sinir sisteminde ağrılı uyaranları algılayıp, ileten reseptörlere "no-siseptör" adı verilir. Nosiseptörler, mekanik, termal ve kimyasal uyaranlara yanıt veren serbest sinir uçlarıdırlar. İki tür nosiseptör belirlenmiştir: A-delta mekanotermal ve C polimodal nosiseptörler.
Ağrı, periferden santrale doğru çeşitli aşamalarla iletilir. Bunlar:
Transdüksiyon: Primer afferent nöronların periferik terminallerinde oluşur. Değişik formlardaki enerjinin (örn. mekanik, sıcak, soğuk) elektriksel akti-viteye dönüşmesidir.
Transmisyon: Bu elektriksel aktivi-tenin (nosiseptörler tarafından alınan ağrı bilgisinin) merkez sinir sistemine iletilmesidir. Bu ileti myelinli A-delta lifleri ve myelinsiz C lifleri ile olur.
Modülasyon: Spinal kordda oluşur. Spinal kordun arka boynuzu ağrı iletiminde yalnızca bir durak olmayıp, pek-çok nörotransmitter sistemini içeren ve önemli ölçüde modülasyonun oluştuğu majör bir bölgedir.
Persepsiyon: Ağrı algılanmasındaki son aşamadır. Ağrılı uyaranın üst merkezlerce algılanmasını içerir.
Periferik Mekanizmalar
Cilde yapılan belirli bir uyaranla ak-tive olan ciltteki primer afferent lifler 3 şekilde sınıflandırılabilirler: En kaim ve iletimi en hızlı olanlar büyük çaplı ve myelinli A beta lifleridir.
Bu lifler aktive edildiklerinde, normalde ağrı duyusu oluşturmazlar, dokunma ve basınç duyusu ile kıllarda hareket oluştururlar. Nosiseptif nöronların aksonları genellikle, myelinsiz (C) ve ince myelinli A-delta liflerdir. Nosiseptörler, aşırı sıcak, soğuk, mekanik ve kimyasal uyaranlara yanıt verirler. A ve C lifi nosiseptörlerinin fonksiyonel rolleri farklıdır. C lifleri, periferik sinirlerin afferent liflerinin önemli bir kısmını oluştururlar ve 2 m/sn. den daha az bir hızda iletirler. C liflerinin aktivasyonu uzayan ve yanıcı tipte bir duyu oluşturur. Aksine olarak, A-delta liflerinin aktivasyonu ile keskin, yoğun ve pinprick duyu oluşur. Dolayısıyla hızlı iletimli (5-20 m/sn) A-delta liflerinin ilk ağrı duyusunu, C liflerinin de ikinci ağrıyı ilettikleri düşünülmektedir.
Spinal Mekanizmalar
Spinal düzeyde periferden gelen nosiseptif afferent terminaller, spinal kordun anatomik olarak Rexed laminaları şeklinde sıralanmış arka boynuzunda sonlanırlar. Myelinsiz C lifleri, Lamina I'de, ince myelinli A-delta lifleri ise, Lamina I, III ve V'te sonlanırlar. Büyük myelinli A-beta liflerinin kollateralleri de Lamina III ve V te sonlanırlar.
Spinal kordda ikinci-sıra nosiseptif spinal projeksiyon nöronlarının iki pre-dominant tipi belirlenmiştir. Geniş dinamik sınır (WDR) nöronları ve nosiseptif spesifik (NS) nöronlar. WDR hücreleri, özellikle arka boynuzun daha derin la-minalarında (lamina III ve V) lokalize olmuşlardır ve hem düşük eşikli A-beta, hem de nosiseptif afferent liflerden input alırlar. Dolayısıyla, hem ağrılı hem de ağrılı olmayan uyarılarla aktive olurlar. Ancak WDR hücrelerinin bu uyaranlara yanıtı göreceli olduğu için, ağrılı uyaran ağrılı olmayandan daha büyük yanıt oluşturur. WDR nöronları ağrısız düzeydeki dokunma ile olan uyaranlara yanıt vermezler. Ancak bazı durumlarda aşırı duyarlı hale gelerek, dokunma duyusuna da ağrılı yanıt verebilirler. Belirli bir nöron miktarının aktivitesi eşik değeri aştığı takdirde, ağrısız olan dokunma uyaranları da ağrılı olarak algılanır ve allodini gelişir. WDR nöronları, cilt, kas ve viseral organlardan konverjan input aldıkları için organlardan gelen ağrıların yansımasından (yansıyan ağrı-angina pekto-riste olduğu gibi) sorumludurlar.
WDR hücrelerinin aksine olarak, NS projeksiyon hücreleri, fizyolojik koşullar altında sadece ağrılı uyaranlara yanıt verirler. NS hücrelerinin büyük bölümü arka boynuzun yüzeyel laminalarında (lamina I ve II) bulunurlar.
Spinal düzeydeki modülasyon kavramı, 1965 yılında Melzack ve Wall tarafından ileriye sürülen "Kapı kontrol teorisi" ile belirlenmiştir. Bu teoriye göre ağrılı uyarana WDR hücrelerinin yanıtı, düşük eşikli A-beta lifleri tarafından inhibe edilmektedir. Ciltten gelen uyarıların spinal kordda iletildiği üç sistem vardır. Arka boynuz, arka boynuz santral transmisyon hücreleri ve subs-tantia gelatinosa. Substantia gelatinosa-daki kapı hücreleri presinaptik inhibis-yona yol açarak kalın ve ince sinir uçlarını inhibe ederler. İnce lifler uyarı olmaksızın iletebilirler. Kuvvetli uyaranlar özellikle kalın lifler üzerine etki ederler ve kapı hücrelerini uyararak T hücrelerine transmisyonu etkilerler.
Ağrıyı ileten spinal nöronlar dinamiktirler ve segmental ve desendan kontrol mekanizmaları ile modüle edilirler. Somatosensoriel sistem başlıca iki uyaran kanaldan oluşmaktadır. Ante-rolateral (spinotalamik sistem): Beyne giden en önemli projeksiyon yoludur. Fonksiyonel olarak birbirinden farklı iki bölümü vardır: A) Neospinotalamik trakt; spinotalamik traktusun lateral kısmında yer alır, ağrının ayırdedilmesinde (yeri, şiddeti, süresi gibi) rol oynar, ta-lamusun posterior nukleusuna projekte olur. B) Paleospinotalamik trakt: Yolun medial bölümünde yer alır, ağrının oto-nomik ve hoş olmayan emosyonel kom-ponentinden sorumludur, medial talamik nukleusa projekte olur. Bunlar dışında spinoretiküler, spinomezensefalik, spinoservikal traktuslar da ağrı iletiminde rol oynayan asandan mekanizmalardır.
Ağrıyı ileten sistemler başlıca şu komponentlerden oluşurlar:
1. Nosiseptörler periferik sinir sisteminde ağrılı uyaranı tanıyan özel reseptörlerdir. Primer nosiseptif afferent lifler, A-delta ve C lifleri ağrılı uyaranlarla ilgili bilgileri spinal kordun arka boynuzuna iletirler.
2. Asandan nosiseptif traktuslar, örn. spinotalamik ve spinohipotalamik traktuslar nosiseptif uyaranları spinal kordun arka boynuzundan SSS'deki daha yüksek merkezlere taşırlar.
3. SSS'deki yüksek merkezler, ağrının afektif komponentleri, bellek komponentleri ve ağrılı uyaranlara karşı hemen görülen yanıtlarla ilgili motor kontrolü içeren ağrı ayırdedilmesi ile ilgilidirler.
4. Desandan sistemler: SSS'nin yüksek merkezlerinde nosiseptif infor-masyonun değişik düzeylerde modifıye edilmesini sağlarlar.
Periferik sinir sisteminde ağrılı uyaranları algılayıp, ileten reseptörlere "no-siseptör" adı verilir. Nosiseptörler, mekanik, termal ve kimyasal uyaranlara yanıt veren serbest sinir uçlarıdırlar. İki tür nosiseptör belirlenmiştir: A-delta mekanotermal ve C polimodal nosiseptörler.
Ağrı, periferden santrale doğru çeşitli aşamalarla iletilir. Bunlar:
Transdüksiyon: Primer afferent nöronların periferik terminallerinde oluşur. Değişik formlardaki enerjinin (örn. mekanik, sıcak, soğuk) elektriksel akti-viteye dönüşmesidir.
Transmisyon: Bu elektriksel aktivi-tenin (nosiseptörler tarafından alınan ağrı bilgisinin) merkez sinir sistemine iletilmesidir. Bu ileti myelinli A-delta lifleri ve myelinsiz C lifleri ile olur.
Modülasyon: Spinal kordda oluşur. Spinal kordun arka boynuzu ağrı iletiminde yalnızca bir durak olmayıp, pek-çok nörotransmitter sistemini içeren ve önemli ölçüde modülasyonun oluştuğu majör bir bölgedir.
Persepsiyon: Ağrı algılanmasındaki son aşamadır. Ağrılı uyaranın üst merkezlerce algılanmasını içerir.
Periferik Mekanizmalar
Cilde yapılan belirli bir uyaranla ak-tive olan ciltteki primer afferent lifler 3 şekilde sınıflandırılabilirler: En kaim ve iletimi en hızlı olanlar büyük çaplı ve myelinli A beta lifleridir.
Bu lifler aktive edildiklerinde, normalde ağrı duyusu oluşturmazlar, dokunma ve basınç duyusu ile kıllarda hareket oluştururlar. Nosiseptif nöronların aksonları genellikle, myelinsiz (C) ve ince myelinli A-delta liflerdir. Nosiseptörler, aşırı sıcak, soğuk, mekanik ve kimyasal uyaranlara yanıt verirler. A ve C lifi nosiseptörlerinin fonksiyonel rolleri farklıdır. C lifleri, periferik sinirlerin afferent liflerinin önemli bir kısmını oluştururlar ve 2 m/sn. den daha az bir hızda iletirler. C liflerinin aktivasyonu uzayan ve yanıcı tipte bir duyu oluşturur. Aksine olarak, A-delta liflerinin aktivasyonu ile keskin, yoğun ve pinprick duyu oluşur. Dolayısıyla hızlı iletimli (5-20 m/sn) A-delta liflerinin ilk ağrı duyusunu, C liflerinin de ikinci ağrıyı ilettikleri düşünülmektedir.
Spinal Mekanizmalar
Spinal düzeyde periferden gelen nosiseptif afferent terminaller, spinal kordun anatomik olarak Rexed laminaları şeklinde sıralanmış arka boynuzunda sonlanırlar. Myelinsiz C lifleri, Lamina I'de, ince myelinli A-delta lifleri ise, Lamina I, III ve V'te sonlanırlar. Büyük myelinli A-beta liflerinin kollateralleri de Lamina III ve V te sonlanırlar.
Spinal kordda ikinci-sıra nosiseptif spinal projeksiyon nöronlarının iki pre-dominant tipi belirlenmiştir. Geniş dinamik sınır (WDR) nöronları ve nosiseptif spesifik (NS) nöronlar. WDR hücreleri, özellikle arka boynuzun daha derin la-minalarında (lamina III ve V) lokalize olmuşlardır ve hem düşük eşikli A-beta, hem de nosiseptif afferent liflerden input alırlar. Dolayısıyla, hem ağrılı hem de ağrılı olmayan uyarılarla aktive olurlar. Ancak WDR hücrelerinin bu uyaranlara yanıtı göreceli olduğu için, ağrılı uyaran ağrılı olmayandan daha büyük yanıt oluşturur. WDR nöronları ağrısız düzeydeki dokunma ile olan uyaranlara yanıt vermezler. Ancak bazı durumlarda aşırı duyarlı hale gelerek, dokunma duyusuna da ağrılı yanıt verebilirler. Belirli bir nöron miktarının aktivitesi eşik değeri aştığı takdirde, ağrısız olan dokunma uyaranları da ağrılı olarak algılanır ve allodini gelişir. WDR nöronları, cilt, kas ve viseral organlardan konverjan input aldıkları için organlardan gelen ağrıların yansımasından (yansıyan ağrı-angina pekto-riste olduğu gibi) sorumludurlar.
WDR hücrelerinin aksine olarak, NS projeksiyon hücreleri, fizyolojik koşullar altında sadece ağrılı uyaranlara yanıt verirler. NS hücrelerinin büyük bölümü arka boynuzun yüzeyel laminalarında (lamina I ve II) bulunurlar.
Spinal düzeydeki modülasyon kavramı, 1965 yılında Melzack ve Wall tarafından ileriye sürülen "Kapı kontrol teorisi" ile belirlenmiştir. Bu teoriye göre ağrılı uyarana WDR hücrelerinin yanıtı, düşük eşikli A-beta lifleri tarafından inhibe edilmektedir. Ciltten gelen uyarıların spinal kordda iletildiği üç sistem vardır. Arka boynuz, arka boynuz santral transmisyon hücreleri ve subs-tantia gelatinosa. Substantia gelatinosa-daki kapı hücreleri presinaptik inhibis-yona yol açarak kalın ve ince sinir uçlarını inhibe ederler. İnce lifler uyarı olmaksızın iletebilirler. Kuvvetli uyaranlar özellikle kalın lifler üzerine etki ederler ve kapı hücrelerini uyararak T hücrelerine transmisyonu etkilerler.
Ağrıyı ileten spinal nöronlar dinamiktirler ve segmental ve desendan kontrol mekanizmaları ile modüle edilirler. Somatosensoriel sistem başlıca iki uyaran kanaldan oluşmaktadır. Ante-rolateral (spinotalamik sistem): Beyne giden en önemli projeksiyon yoludur. Fonksiyonel olarak birbirinden farklı iki bölümü vardır: A) Neospinotalamik trakt; spinotalamik traktusun lateral kısmında yer alır, ağrının ayırdedilmesinde (yeri, şiddeti, süresi gibi) rol oynar, ta-lamusun posterior nukleusuna projekte olur. B) Paleospinotalamik trakt: Yolun medial bölümünde yer alır, ağrının oto-nomik ve hoş olmayan emosyonel kom-ponentinden sorumludur, medial talamik nukleusa projekte olur. Bunlar dışında spinoretiküler, spinomezensefalik, spinoservikal traktuslar da ağrı iletiminde rol oynayan asandan mekanizmalardır.
20 Temmuz 2010 Salı
Genel Anestezi Uygulamasi
Genel Anestezi Uygulaması
Genel anestezinin amacı amnezi, analjezi ve psişik-somatik reaksiyonları baskılayarak uygun cerrahi koşullar sağlamanın yanısıra, hastanın sağlığını ve güvenliğini devam ettirmektir. Cerrahi girişim geçirecek bir hastada genel anestezi uygulaması konusunda kesin sınırlamalar bulunmamakla birlikte bazı ilkelerin dikkate alınması yarar sağlayacaktır. Genel anestezinin tercih edilebileceği durumlar,
Bebekler ve küçük çocuklar
Geniş kapsamlı, uzun süreli ve özelliği olan cerrahi girişimler
Mental bozukluğu olan hastalar
Rejyonal anestezinin uygun ve yeterli olmadığı girişimler
Antikoagülan tedavi alan hastalar
Israrla genel anestezi isteyen hastalardır. (Bölgesel Anestezi)
Perioperatif yaklaşım, yani operasyon öncesi, sırası ve sonrası yaklaşım hastanın medikal durumu, cerrahi girişimin tipi ve uygulama şekline göre değişiklik gösterir. Anestezist açısından bakıldığında, genel anestezi alacak bir hastaya yaklaşım 4 dönemde ele alınabilir.
Anestezi Hakkında Bilgi
Operasyon Öncesi Değerlendirme ve Medikasyon
Anestezistin sorumluluğu, cerrahi girişimden en az bir gün önce hastanın değerlendirilmesi ve uygun premedi-kasyonun verilmesi ile başlar. Anamnez ve fizik muayenenin ardından operasyon öncesinde hasta ile ilgili özellikler ve son değişiklikler gözden geçirilip öğrenilmelidir (tetkik sonuçları, konsültasyon ve kullandığı ilaçlar gibi). Anesteziyi verecek anestezist tarafından mutlaka havayolu değerlendirmesi (Mallampati sınıfı, tiromental mesafe, baş-boyun hareketliliği gibi) yapılmalıdır.
Elektif cerrahi girişim planlanan hastalar anestezi öncesi aç olmalıdır. Uzamış açlık süresi, ciddi hastalık, hemoraji, ateş, kusma, diüretik kullanımı veya preoperatif barsak hazırlığı gerektiren durumlarda hipovolemi söz konusu olabileceği akılda tutulmalıdır. Anestezi indüksiyonundan önce yeterli hidrasyonun sağlanmasına önem verilmelidir. Hesaplanan sıvı açığının en azından yarısı indüksiyondan önce verilmiş olmalıdır. Damaryolu açılırken yerleştirilecek iv kateterin genişliği ve sayısı hastanın ve cerrahi girişimin tipine göre belirlenir. Sıvı ve kan kaybı beklenen veya sürekli ilaç infüz-yonu gerekli olacak hastalarda sırasıyla 16-14 G kateter tercih edilmeli ve ikinci bir iv yol daha açılmalıdır.
Preoperatif dönem, özellikle anestezisti ile görüşememiş hastalarda anksi-yetenin en fazla olduğu dönemdir. Bu nedenle hastanın yaşı, genel durumu ve hastaneden çıkış süresine göre premedi-kasyon uygulanması yararlı olacaktır. Genellikle benzodiazepin ve/veya opioid grubu ilaçlar tercih edilir. Ayrıca as-pirasyon riski yüksek olgularda (travma, gebelik, geçirilmiş gastrik operasyon, reflü anamnezi, morbid obezite veya aç olmama) mide asiditesini nötralize edecek ve mide sıvısını azaltacak ilaçlar da verilebilir.
Genel anestezinin amacı amnezi, analjezi ve psişik-somatik reaksiyonları baskılayarak uygun cerrahi koşullar sağlamanın yanısıra, hastanın sağlığını ve güvenliğini devam ettirmektir. Cerrahi girişim geçirecek bir hastada genel anestezi uygulaması konusunda kesin sınırlamalar bulunmamakla birlikte bazı ilkelerin dikkate alınması yarar sağlayacaktır. Genel anestezinin tercih edilebileceği durumlar,
Bebekler ve küçük çocuklar
Geniş kapsamlı, uzun süreli ve özelliği olan cerrahi girişimler
Mental bozukluğu olan hastalar
Rejyonal anestezinin uygun ve yeterli olmadığı girişimler
Antikoagülan tedavi alan hastalar
Israrla genel anestezi isteyen hastalardır. (Bölgesel Anestezi)
Perioperatif yaklaşım, yani operasyon öncesi, sırası ve sonrası yaklaşım hastanın medikal durumu, cerrahi girişimin tipi ve uygulama şekline göre değişiklik gösterir. Anestezist açısından bakıldığında, genel anestezi alacak bir hastaya yaklaşım 4 dönemde ele alınabilir.
Anestezi Hakkında Bilgi
Operasyon Öncesi Değerlendirme ve Medikasyon
Anestezistin sorumluluğu, cerrahi girişimden en az bir gün önce hastanın değerlendirilmesi ve uygun premedi-kasyonun verilmesi ile başlar. Anamnez ve fizik muayenenin ardından operasyon öncesinde hasta ile ilgili özellikler ve son değişiklikler gözden geçirilip öğrenilmelidir (tetkik sonuçları, konsültasyon ve kullandığı ilaçlar gibi). Anesteziyi verecek anestezist tarafından mutlaka havayolu değerlendirmesi (Mallampati sınıfı, tiromental mesafe, baş-boyun hareketliliği gibi) yapılmalıdır.
Elektif cerrahi girişim planlanan hastalar anestezi öncesi aç olmalıdır. Uzamış açlık süresi, ciddi hastalık, hemoraji, ateş, kusma, diüretik kullanımı veya preoperatif barsak hazırlığı gerektiren durumlarda hipovolemi söz konusu olabileceği akılda tutulmalıdır. Anestezi indüksiyonundan önce yeterli hidrasyonun sağlanmasına önem verilmelidir. Hesaplanan sıvı açığının en azından yarısı indüksiyondan önce verilmiş olmalıdır. Damaryolu açılırken yerleştirilecek iv kateterin genişliği ve sayısı hastanın ve cerrahi girişimin tipine göre belirlenir. Sıvı ve kan kaybı beklenen veya sürekli ilaç infüz-yonu gerekli olacak hastalarda sırasıyla 16-14 G kateter tercih edilmeli ve ikinci bir iv yol daha açılmalıdır.
Preoperatif dönem, özellikle anestezisti ile görüşememiş hastalarda anksi-yetenin en fazla olduğu dönemdir. Bu nedenle hastanın yaşı, genel durumu ve hastaneden çıkış süresine göre premedi-kasyon uygulanması yararlı olacaktır. Genellikle benzodiazepin ve/veya opioid grubu ilaçlar tercih edilir. Ayrıca as-pirasyon riski yüksek olgularda (travma, gebelik, geçirilmiş gastrik operasyon, reflü anamnezi, morbid obezite veya aç olmama) mide asiditesini nötralize edecek ve mide sıvısını azaltacak ilaçlar da verilebilir.
Sivi Elektrolik Dengesizlikleri
Sıvı Elektrolit Dengesi Bozuklukları ve Dengesizlikleri
Preoperatif Değerlendirme
Hastanın bilinç durumu, aldığı ve çıkardığı sıvı miktarı, oturur ve yatar pozisyondaki kan basıncı, kalp hızı, cilt turgoru, idrar miktarının dikkatlice sorgulanması intravasküler sıvı volümü ve elektrolit değişiklikleri hakkında oldukça detaylı bilgi sağlar. Serum elektrolitleri ve bazen de serum ozmolalitesinin ölçülmesi gerekir. Hücredışı sıvının volümü, konsantrasyonu ve kompozisyonu intraoperatif sıvı ve elektrolit tedavisini yönlendirir.
Volüm ve Sıvı elektrolit dengesi
Hücredışı sıvı volümü, en iyi yatak başında belirlenir. Anestezik teknik ve ilaçların hemen hemen hepsi hücredışı sıvı volümü defısiti bulunan olgularda belirgin dolaşım depresyonuna neden olurlar. Kan basıncı normal olsa bile, ta-şikardi ve müköz membranların kuruluğu orta derecede volüm defısitini gösterir. Bu tip volüm defısiti; preoperatif dönemde oral alımın kısıtlanması gereken incelemeler yapılan olgularda (örn; tanısal radyolojik girişimler) veya çeşitli laboratuar testler için çok kan alınan olgularda gelişebilir.
Ortostatik hipotansiyonun saptanma-sı intravasküler volüm defısitinin daha ciddi boyutta olduğunu gösterir. Hasta yatar pozisyonda iken oturduğu veya ayağa kalktığı zaman sistolik kan basıncı 20 mmHg'dan daha fazla düşerse, sıvı olarak vücut ağırlığının %6-8'i kadar volüm defısiti vardır. Ancak, ortostatik hipotansiyonun ayırıcı tanısında kalp hızının gözlenmesi oldukça önemlidir.
Volüm defisitine bağlı ortostatik hipotansiyon meydana geldiği zaman kom-pahzasyon mekanizması ile kalp hızı artar. Kan basıncı düşmesine rağmen kalp hızında artma olmazsa otonom sinir sisteminin nonfonksiyone olduğu (örn; an-tihipertansif ilaç kullanımına bağlı) düşünülmelidir.
Hücredışı volüm defısitinin ağır olduğu hallerde idrar çıkışını daha iyi mo-nitorize etmek için mesane kateterizas-yonu gerekir. Saatlik idrar çıkışındaki belirgin azalma ya da hiç idrar çıkmaması ciddi hücredışı volüm defısitini gösterir.
Konsantrasyon ve sıvı elektrolit dengesizliği
Hücredışı volümünün konsantrasyonu geniş anlamda toplam vücut suyu içeriklerinin konsantrasyonunu yansıtır. Hücredışı sıvısının yani plazmanın normal ozmolaritesi 285-295 mOsm/L'dir.
Vücuttan elektrolit kaybı olmadan sadece su kaybı olduğu zaman, serum sodyumu ve serum ozmolaritesi yükselir. Bu durum genellikle su alımının kısıtlı olduğu hallerde ya da yüksek ateş veya yanıkh olgularda olduğu gibi aşırı su kaybı durumunda gelişir ve hipovole-mik hipernatremi olarak tanımlanır.
Vücutta normalden daha fazla su varsa, serum sodyum konsantrasyonu ve serum ozmolaritesi düşer. Elektrolitten zengin sıvı kayıplarının olduğu (kusma, diyare, fıstül drenajı gibi) olgularda, sadece su ile replasman yapılırsa hipervolemik hiponatremi tablosu gelişebilir. Bu nedenle ringer laktat gibi elektrolitten zengin kristalloid solüsyonlarla replasman yapılmalıdır. Bu durum, su alımının aşırı olduğu veya vücuttan suyun atılamadığı durumlarda da açığa çıkar (örn; transüretral prostat rezeksiyonu sırasında veya intravas-küler volüm defısitinin %5 Dektroz ile tedavi edilmesi halinde). Normovolemik hiponatremi ise, su alımının normal sürdüğü ancak sodyum alımının kısıtlandığı ve böbreklerin sodyumu tutamadığı durumlarda gelişir.
Kompozisyon ve Sıvı elektrolit tedavisi ppt
Hücredışı sıvının kompozisyonunu çeşitli elektrolitlerin varlığı belirler. Vücudun sıvı kompartmanları arasında elektrolitlerin dağılımı farklıdır. Hücredışı sıvılarda ana katyon sodyum iken, hücreiçi sıvıda ana katyon potasyumdur. Uyarılabilir hücrelerin elektro fizyolojisi hücreiçi ve hücredışı sodyum, potasyum ve kalsiyum konsantrasyonuna bağlıdır.
Hipernatremi; serum sodyum konsantrasyonunun >J45 mEq/L olmasıdır. Genellikle total vücut sodyumu fazla değil, vücudun total su içeriği azalmıştır. Renal patolojilerde olduğu gibi böbrek fonksiyon bozuklukları, karaciğer sirozu ve konjestif kalp yetmezliğinde total vücut sodyumu artabilir
Preoperatif Değerlendirme
Hastanın bilinç durumu, aldığı ve çıkardığı sıvı miktarı, oturur ve yatar pozisyondaki kan basıncı, kalp hızı, cilt turgoru, idrar miktarının dikkatlice sorgulanması intravasküler sıvı volümü ve elektrolit değişiklikleri hakkında oldukça detaylı bilgi sağlar. Serum elektrolitleri ve bazen de serum ozmolalitesinin ölçülmesi gerekir. Hücredışı sıvının volümü, konsantrasyonu ve kompozisyonu intraoperatif sıvı ve elektrolit tedavisini yönlendirir.
Volüm ve Sıvı elektrolit dengesi
Hücredışı sıvı volümü, en iyi yatak başında belirlenir. Anestezik teknik ve ilaçların hemen hemen hepsi hücredışı sıvı volümü defısiti bulunan olgularda belirgin dolaşım depresyonuna neden olurlar. Kan basıncı normal olsa bile, ta-şikardi ve müköz membranların kuruluğu orta derecede volüm defısitini gösterir. Bu tip volüm defısiti; preoperatif dönemde oral alımın kısıtlanması gereken incelemeler yapılan olgularda (örn; tanısal radyolojik girişimler) veya çeşitli laboratuar testler için çok kan alınan olgularda gelişebilir.
Ortostatik hipotansiyonun saptanma-sı intravasküler volüm defısitinin daha ciddi boyutta olduğunu gösterir. Hasta yatar pozisyonda iken oturduğu veya ayağa kalktığı zaman sistolik kan basıncı 20 mmHg'dan daha fazla düşerse, sıvı olarak vücut ağırlığının %6-8'i kadar volüm defısiti vardır. Ancak, ortostatik hipotansiyonun ayırıcı tanısında kalp hızının gözlenmesi oldukça önemlidir.
Volüm defisitine bağlı ortostatik hipotansiyon meydana geldiği zaman kom-pahzasyon mekanizması ile kalp hızı artar. Kan basıncı düşmesine rağmen kalp hızında artma olmazsa otonom sinir sisteminin nonfonksiyone olduğu (örn; an-tihipertansif ilaç kullanımına bağlı) düşünülmelidir.
Hücredışı volüm defısitinin ağır olduğu hallerde idrar çıkışını daha iyi mo-nitorize etmek için mesane kateterizas-yonu gerekir. Saatlik idrar çıkışındaki belirgin azalma ya da hiç idrar çıkmaması ciddi hücredışı volüm defısitini gösterir.
Konsantrasyon ve sıvı elektrolit dengesizliği
Hücredışı volümünün konsantrasyonu geniş anlamda toplam vücut suyu içeriklerinin konsantrasyonunu yansıtır. Hücredışı sıvısının yani plazmanın normal ozmolaritesi 285-295 mOsm/L'dir.
Vücuttan elektrolit kaybı olmadan sadece su kaybı olduğu zaman, serum sodyumu ve serum ozmolaritesi yükselir. Bu durum genellikle su alımının kısıtlı olduğu hallerde ya da yüksek ateş veya yanıkh olgularda olduğu gibi aşırı su kaybı durumunda gelişir ve hipovole-mik hipernatremi olarak tanımlanır.
Vücutta normalden daha fazla su varsa, serum sodyum konsantrasyonu ve serum ozmolaritesi düşer. Elektrolitten zengin sıvı kayıplarının olduğu (kusma, diyare, fıstül drenajı gibi) olgularda, sadece su ile replasman yapılırsa hipervolemik hiponatremi tablosu gelişebilir. Bu nedenle ringer laktat gibi elektrolitten zengin kristalloid solüsyonlarla replasman yapılmalıdır. Bu durum, su alımının aşırı olduğu veya vücuttan suyun atılamadığı durumlarda da açığa çıkar (örn; transüretral prostat rezeksiyonu sırasında veya intravas-küler volüm defısitinin %5 Dektroz ile tedavi edilmesi halinde). Normovolemik hiponatremi ise, su alımının normal sürdüğü ancak sodyum alımının kısıtlandığı ve böbreklerin sodyumu tutamadığı durumlarda gelişir.
Kompozisyon ve Sıvı elektrolit tedavisi ppt
Hücredışı sıvının kompozisyonunu çeşitli elektrolitlerin varlığı belirler. Vücudun sıvı kompartmanları arasında elektrolitlerin dağılımı farklıdır. Hücredışı sıvılarda ana katyon sodyum iken, hücreiçi sıvıda ana katyon potasyumdur. Uyarılabilir hücrelerin elektro fizyolojisi hücreiçi ve hücredışı sodyum, potasyum ve kalsiyum konsantrasyonuna bağlıdır.
Hipernatremi; serum sodyum konsantrasyonunun >J45 mEq/L olmasıdır. Genellikle total vücut sodyumu fazla değil, vücudun total su içeriği azalmıştır. Renal patolojilerde olduğu gibi böbrek fonksiyon bozuklukları, karaciğer sirozu ve konjestif kalp yetmezliğinde total vücut sodyumu artabilir
Agri Siniflandirmasi
Ağrı Sınıflandırması
Ağrı bu güne kadar çok çeşitli şekillerde sınıflandırılmıştır. Zamana göre; akut ve kronik, kaynaklandığı bölgeye göre; somatik, viseral, sempatik, mekanizmasına göre; nosiseptif, nöropatik, deaferentasyon, reaktif ve psikosoma-tik, duyu şekline göre; yanıcı, batıcı, sızlama şeklinde ve kolik tarzında ağrılar vardır.
Akut ve Kronik Ağrı
Akut ve kronik ağrı birbirinden farklı iki antitedir. Akut ağrı, doku yaralanması sonucu oluşur, süresi belirlidir, bir hastalığın semptomu olarak ortaya çıkar, genellikle neden ortadan kalkınca geçer ve tedavisi kolaydır. Kronik ağrı ise, uzun sürer, bir sendromdur, ağrının kendisi başlı başına bir hastalık haline gelmiştir. Her zaman görünen bir doku hasarı olmayabilir. İş ve güç kaybına neden olur ve tedavisi genellikle çok zor, bazen de imkansızdır. Postoperatif ağrı, doğum ağrısı, travma ve yanıklara bağlı ağrılar, akut ağrıya, kronik bel ağrısı, postherpetik nevralji, osteoporoz ve artritlere bağlı ağrılar da kronik ağrıya örnek teşkil ederler.
Ağrının akut ve kronik olması sadece zamanla ilişkili değildir. Akut ve kronik ağrıyı oluşturan nedenler, altta yatan fızyopatoloji ve daha da önemlisi tedavilerinde çok önemli farklılıklar vardır. Akut ağrı nosiseptif sistemin hemen yanıt veren bir sensoriel reaksiyonudur ve vücudun koruyucu mekanizmalarından bir kısmını harekete geçiren bir alarm sinyalidir. Hemen her zaman somatik ve viseral yapıları etkileyen bir doku yaralanması ile başlatılır, yaralanmanın veya komplikasyonlarının iyileşmesine bağlı bir zaman aralığı içinde sürer ve yara iyileştiğinde geçer. Kronik ağrı ise akut hastalık veya yaralanma iyileştikten sonra da devam eder ve ağrının olağan seyrini aşar. Bu süre 1-6 ay arası olabilir. Kronik veya tekrarlayan bir hastalığın semptomu olarak ortaya çıkabilir. Bu nedenle kronik ağrı neden olan olay geçtikten sonra da devam edebildiği gibi kronik hastalığın sürmesi sonucu da görülebilir. Kronik ağrıda doku harabiyeti hiç olmayabilir.
Akut postoperatif ağrının iyi tedavi edilmemesi, öksürememe ve derin solunum yapamama sonucu akciğer enfeksiyonu riski, hareketsizlik, kas atrofısi böylece hastanede kalış süresinin uzaması ve tedavi masraflarında artışa neden olur.
Kronik ağrı halsizlik, bitkinlik, uyku bozukluğu, libido ve seksüel aktivite azalması, iştahsızlık, kilo kaybı, eklemlerde dejenerasyon, kabızlık, psikomo-tor retardasyon, irritabilite artışı ve fazla ilaç kullanımı gibi pek çok bulguya neden olur.
Ağrı bu güne kadar çok çeşitli şekillerde sınıflandırılmıştır. Zamana göre; akut ve kronik, kaynaklandığı bölgeye göre; somatik, viseral, sempatik, mekanizmasına göre; nosiseptif, nöropatik, deaferentasyon, reaktif ve psikosoma-tik, duyu şekline göre; yanıcı, batıcı, sızlama şeklinde ve kolik tarzında ağrılar vardır.
Akut ve Kronik Ağrı
Akut ve kronik ağrı birbirinden farklı iki antitedir. Akut ağrı, doku yaralanması sonucu oluşur, süresi belirlidir, bir hastalığın semptomu olarak ortaya çıkar, genellikle neden ortadan kalkınca geçer ve tedavisi kolaydır. Kronik ağrı ise, uzun sürer, bir sendromdur, ağrının kendisi başlı başına bir hastalık haline gelmiştir. Her zaman görünen bir doku hasarı olmayabilir. İş ve güç kaybına neden olur ve tedavisi genellikle çok zor, bazen de imkansızdır. Postoperatif ağrı, doğum ağrısı, travma ve yanıklara bağlı ağrılar, akut ağrıya, kronik bel ağrısı, postherpetik nevralji, osteoporoz ve artritlere bağlı ağrılar da kronik ağrıya örnek teşkil ederler.
Ağrının akut ve kronik olması sadece zamanla ilişkili değildir. Akut ve kronik ağrıyı oluşturan nedenler, altta yatan fızyopatoloji ve daha da önemlisi tedavilerinde çok önemli farklılıklar vardır. Akut ağrı nosiseptif sistemin hemen yanıt veren bir sensoriel reaksiyonudur ve vücudun koruyucu mekanizmalarından bir kısmını harekete geçiren bir alarm sinyalidir. Hemen her zaman somatik ve viseral yapıları etkileyen bir doku yaralanması ile başlatılır, yaralanmanın veya komplikasyonlarının iyileşmesine bağlı bir zaman aralığı içinde sürer ve yara iyileştiğinde geçer. Kronik ağrı ise akut hastalık veya yaralanma iyileştikten sonra da devam eder ve ağrının olağan seyrini aşar. Bu süre 1-6 ay arası olabilir. Kronik veya tekrarlayan bir hastalığın semptomu olarak ortaya çıkabilir. Bu nedenle kronik ağrı neden olan olay geçtikten sonra da devam edebildiği gibi kronik hastalığın sürmesi sonucu da görülebilir. Kronik ağrıda doku harabiyeti hiç olmayabilir.
Akut postoperatif ağrının iyi tedavi edilmemesi, öksürememe ve derin solunum yapamama sonucu akciğer enfeksiyonu riski, hareketsizlik, kas atrofısi böylece hastanede kalış süresinin uzaması ve tedavi masraflarında artışa neden olur.
Kronik ağrı halsizlik, bitkinlik, uyku bozukluğu, libido ve seksüel aktivite azalması, iştahsızlık, kilo kaybı, eklemlerde dejenerasyon, kabızlık, psikomo-tor retardasyon, irritabilite artışı ve fazla ilaç kullanımı gibi pek çok bulguya neden olur.
19 Temmuz 2010 Pazartesi
Agri ve Nosisepsiyon Nedir
Ağrı ve Nosisepsiyon Nedir
Uluslararası Ağrı Araştırmaları Derneği (IASP), ağrıyı: "Vücudun herhangi bir yerinden kaynaklanan, gerçek ya da olası bir doku hasarı ile birlikte bulunan, insanın geçmişteki deneyimleri ile ilgili, sensoriel, afektif, hoş olmayan bir duyu" olarak tanımlamaktadır. Nosisep-siyon ise: doku hasarı ile ağrının algılanması arasında oluşan karmaşık elek-trokimyasal olaylar serisinin bütünüdür. Vücudun herhangi bir yerinde olan bir hasarın santral sinir sistemine iletilerek algılanması ve buna karşı gerekli önlemlerin harekete geçirilmesidir.
Bu tanımın avantajlarından birisi, ağrı duyusunun bir uyaran veya yaralanma sonucu oluşan bir fenomen olarak tanımlanmasından kaçınılmış olmasıdır. Bu yaklaşım ağrının yaralanma olmaksızın da örneğin nörolojik bir dis-fonksiyon sonucu da olabileceğini belirler. Yine bu tanım, ağrının sübjektif natürünü ve ağrıyı çekende oluşturduğu hoş olmayan emosyonel durumların da açıklanmasını sağlar. Ağrı, nosisepsiyo-nun aksine olarak bilinçli bir deneyimdir ve afferent nöral yolların stimulus ile aktivasyonu önemli bir rol oynamakla birlikte, ağrının bütünüyle algılanmasında diğer faktörlerin de etkisi olabilir.
Uluslararası Ağrı Araştırmaları Derneği (IASP), ağrıyı: "Vücudun herhangi bir yerinden kaynaklanan, gerçek ya da olası bir doku hasarı ile birlikte bulunan, insanın geçmişteki deneyimleri ile ilgili, sensoriel, afektif, hoş olmayan bir duyu" olarak tanımlamaktadır. Nosisep-siyon ise: doku hasarı ile ağrının algılanması arasında oluşan karmaşık elek-trokimyasal olaylar serisinin bütünüdür. Vücudun herhangi bir yerinde olan bir hasarın santral sinir sistemine iletilerek algılanması ve buna karşı gerekli önlemlerin harekete geçirilmesidir.
Bu tanımın avantajlarından birisi, ağrı duyusunun bir uyaran veya yaralanma sonucu oluşan bir fenomen olarak tanımlanmasından kaçınılmış olmasıdır. Bu yaklaşım ağrının yaralanma olmaksızın da örneğin nörolojik bir dis-fonksiyon sonucu da olabileceğini belirler. Yine bu tanım, ağrının sübjektif natürünü ve ağrıyı çekende oluşturduğu hoş olmayan emosyonel durumların da açıklanmasını sağlar. Ağrı, nosisepsiyo-nun aksine olarak bilinçli bir deneyimdir ve afferent nöral yolların stimulus ile aktivasyonu önemli bir rol oynamakla birlikte, ağrının bütünüyle algılanmasında diğer faktörlerin de etkisi olabilir.
Genel Anestezi Yontemleri ve Teknikleri
Genel Anestezi Yöntemleri ve Anestezi Teknikleri
Anestezi uygulaması genel anestezi ve rejyonal anestezi olmak üzere iki ana gruba ayrılır. Genel anestezi yöntemleri ise inhalasyon, intravenöz veya her ikisinin kombine edildiği dengeli anestezi şeklinde sınıflandırılır. Sedasyon ve analjezi uygulaması, intravenöz anestezinin bir alt grubudur.
İnhalasyon Anestezisi
Azot protoksit (N20) ve volatil anes-teziklerin kullanıldığı uygulamadır. Total Inhalation Anesthesia veya TINA, bu yönteme verilen bir diğer addır. Sevofluranın tek vital kapasite solunumu ile indüksiyon olanağı sağlaması sonucu Volatile Induction and Maintanen-ce Anesthesia veya kısaca VIMA, hem anestezi indüksiyonu hem de idamesinin inhalasyon anestezikleri ile gerçekleştirildiği yöntem olarak uygulamaya girmiştir.
İntravenöz Anestezi
İntravenöz anesteziklerin tek başına veya genellikle N20 ile birlikte kullanıldığı uygulama şeklidir. Butirofenonla-rın opioidle (droperidol ve fentanil) birlikte kullanıldığı Nörolept anestezi ve ketaminle oluşturulan Dissosiyatif anestezi intravenöz anestezinin ilk örnekleri olmuşlardır. Propofol, alfenta-nil gibi hızlı ve kısa süre etkili ilaçların kullanıma girmesi Total Intravenous Anesthesia veya kısaca TIVA'nın güncelliğini korumasını sağlamıştır.
Tanı veya tedavi amacıyla yapılan girişimlerde hastalara uygulanan sedasyon ve analjezi de intravenöz anestezinin bir alt grubu olarak değerlendirilir. Amaç analjezi ve uyandırılabilir düzeyde sedasyon ile hastaların rahat etmesini sağlamaktır. Bir anestezist tarafından hastanın yaşamsal fonksiyonlarının izlenmesinin yanısıra gereğinde analjezi ve sedasyon uygulaması ile de, Moni-tored Anesthesia Çare (MAC) kavramı ortaya çıkmıştır.
Genel Anestezi Ders Notları
Dengeli Anestezi
Genel anestezi uygulaması sırasında inhalasyon ve intravenöz yolla verilen ilaçların birlikte kullanıldığı yöntemdir. İnhalasyon anestezisine opioid eklenmesi (örn; izofluran, N20 ve 02 anestezine fentanilin eklenmesi) veya intravenöz anestezinin (örn; propofol + opioid ile gerçekleştirilen TIVA'nın) N20 veya volatil anestezikle kombine edilmesi şeklinde uygulanabilir. Birkaç anestezik ilacın bu şekilde birlikte kullanımı, tek tek ilaçların gereksinimini azaltacak ve istenmeyen bazı etkilerin daha az görülmesini sağlayacaktır.
Kombine Anestezi
Rejyonal ve genel anestezinin birlikte kullanımını tanımlayan anestezi yöntemidir. Rejyonal anestezi, vücudun belirli bir bölgesinde, sinir iletiminin ilaçlarla belirli bir süre durdurulması ile oluşturulan anestezi şeklidir.
Epidural veya spinal anestezi, plek-sus bloğu, infıltrasyon anestezisi gibi rejyonal anestezi yöntemleri yukarıda bahsedilen her tür genel anestezi yöntemi ile kombine edilebilir. Bu şekil uygulamanın sağladığı en önemli yarar, kullanılacak genel anestezik ilaçların daha düşük dozlarına gerek duyulması nedeniyle daha az yan etkinin ortaya çıkmasıdır.
Anestezi uygulaması genel anestezi ve rejyonal anestezi olmak üzere iki ana gruba ayrılır. Genel anestezi yöntemleri ise inhalasyon, intravenöz veya her ikisinin kombine edildiği dengeli anestezi şeklinde sınıflandırılır. Sedasyon ve analjezi uygulaması, intravenöz anestezinin bir alt grubudur.
İnhalasyon Anestezisi
Azot protoksit (N20) ve volatil anes-teziklerin kullanıldığı uygulamadır. Total Inhalation Anesthesia veya TINA, bu yönteme verilen bir diğer addır. Sevofluranın tek vital kapasite solunumu ile indüksiyon olanağı sağlaması sonucu Volatile Induction and Maintanen-ce Anesthesia veya kısaca VIMA, hem anestezi indüksiyonu hem de idamesinin inhalasyon anestezikleri ile gerçekleştirildiği yöntem olarak uygulamaya girmiştir.
İntravenöz Anestezi
İntravenöz anesteziklerin tek başına veya genellikle N20 ile birlikte kullanıldığı uygulama şeklidir. Butirofenonla-rın opioidle (droperidol ve fentanil) birlikte kullanıldığı Nörolept anestezi ve ketaminle oluşturulan Dissosiyatif anestezi intravenöz anestezinin ilk örnekleri olmuşlardır. Propofol, alfenta-nil gibi hızlı ve kısa süre etkili ilaçların kullanıma girmesi Total Intravenous Anesthesia veya kısaca TIVA'nın güncelliğini korumasını sağlamıştır.
Tanı veya tedavi amacıyla yapılan girişimlerde hastalara uygulanan sedasyon ve analjezi de intravenöz anestezinin bir alt grubu olarak değerlendirilir. Amaç analjezi ve uyandırılabilir düzeyde sedasyon ile hastaların rahat etmesini sağlamaktır. Bir anestezist tarafından hastanın yaşamsal fonksiyonlarının izlenmesinin yanısıra gereğinde analjezi ve sedasyon uygulaması ile de, Moni-tored Anesthesia Çare (MAC) kavramı ortaya çıkmıştır.
Genel Anestezi Ders Notları
Dengeli Anestezi
Genel anestezi uygulaması sırasında inhalasyon ve intravenöz yolla verilen ilaçların birlikte kullanıldığı yöntemdir. İnhalasyon anestezisine opioid eklenmesi (örn; izofluran, N20 ve 02 anestezine fentanilin eklenmesi) veya intravenöz anestezinin (örn; propofol + opioid ile gerçekleştirilen TIVA'nın) N20 veya volatil anestezikle kombine edilmesi şeklinde uygulanabilir. Birkaç anestezik ilacın bu şekilde birlikte kullanımı, tek tek ilaçların gereksinimini azaltacak ve istenmeyen bazı etkilerin daha az görülmesini sağlayacaktır.
Kombine Anestezi
Rejyonal ve genel anestezinin birlikte kullanımını tanımlayan anestezi yöntemidir. Rejyonal anestezi, vücudun belirli bir bölgesinde, sinir iletiminin ilaçlarla belirli bir süre durdurulması ile oluşturulan anestezi şeklidir.
Epidural veya spinal anestezi, plek-sus bloğu, infıltrasyon anestezisi gibi rejyonal anestezi yöntemleri yukarıda bahsedilen her tür genel anestezi yöntemi ile kombine edilebilir. Bu şekil uygulamanın sağladığı en önemli yarar, kullanılacak genel anestezik ilaçların daha düşük dozlarına gerek duyulması nedeniyle daha az yan etkinin ortaya çıkmasıdır.
Sivi İhtiyaci
Sıvı İhtiyacı
Dış ortam ile vücut ve vücudun değişik kompartmanları arasında devamlı sıvı ve madde alış-verişi olmasına karşın; vücut sıvıları rölatif olarak sabit kalır. Normal ortalama günlük su alımı 2000-2500 mL'dir. Su başlıca iki önemli kaynaktan sağlanır.
1. Katı (500-700 mL) yada sıvı (800-1500 mL) gıdalarla alınan su
2. Karbonhidratların oksidasyonu sonucu sentezlenen su (200 mL).
Günlük su kaybı ise, sensibl (idrar, gaita, ter) ve insensibl (solunum ve deri yoluyla) olarak toplam 2500 mL kadardır. Böbreklerle 1500 mL, solunum ve deri yoluyla 600-900 mL, gaita ile 100 mL sıvı kaybı gerçekleşir. Metabolizma sonucunda oluşan asidik ve hidrojen ürünlerin atılması için gerekli olan minimal idrar volümü 500-800 mL'dir
Hücredışı ve içi sıvı volümlerinde belirgin değişmeye neden olabilen bazı faktörler, sıvı alımı, dehidratasyon, değişik içerikli solüsyonların intravenöz infüzyonu, gastrointestinal yoldan çok miktarda sıvı kaybı ve terle ya da böbrek yolu ile anormal miktarda sıvı kayıplarıdır.
Hücreiçi ve dışı volüm değişikliklerinin anlaşılabilmesi ve başlanması gereken etkin tedavinin seçilebilmesi için şu ana prensipler akılda tutulmalıdır:
1. Su, hücre zarlarından çabuk geçtiği için; bir kompartmandaki değişiklikten birkaç dakika sonra hücreiçi ve dışı sıvılarının ozmolaritesi hemen tamamen eşitlenir.
2. Hücre zarı birçok maddeye karşı hemen hiç geçirgen olmadığı için; hücredışı ve hücreiçi sıvılarındaki ozmol sayısı, hücredışı kompartmana solut ilavesi ya da bu kompartmandan solut kaybı olmadıkça sabit kalır.
Sıvı dengesi kontrolü
Plazma ozmolaritesinin kontrolü, hi-potalamustaki ozmoreseptörler tarafından sağlanır. Plazma ozmolaritesinin artması bu ozmoreseptörleri uyararak antidiüretik hormon (ADH) salınımına yol açarken, kan volümünün %5-10 oranında azalması ve kan basıncının düşmesi ile karotid baroreseptörler ve atriyumdaki gerilme reseptörleri uyarı-larak ADH sekresyonunu uyarabilirler. Ağrı, stres ve hipoksi de ADH salınımına yol açar. Kan basıncındaki düşme aynı zamanda böbreklerden renin ve an-jiotensin II salınımına yol açarak hipo-talamustaki susuzluk merkezini uyarır. Susama, hiperozmolarite ve hipematre-miye karşı ana savunma mekanizması olmakla birlikte sadece bilinci açık ol gularda etkindir.
Dış ortam ile vücut ve vücudun değişik kompartmanları arasında devamlı sıvı ve madde alış-verişi olmasına karşın; vücut sıvıları rölatif olarak sabit kalır. Normal ortalama günlük su alımı 2000-2500 mL'dir. Su başlıca iki önemli kaynaktan sağlanır.
1. Katı (500-700 mL) yada sıvı (800-1500 mL) gıdalarla alınan su
2. Karbonhidratların oksidasyonu sonucu sentezlenen su (200 mL).
Günlük su kaybı ise, sensibl (idrar, gaita, ter) ve insensibl (solunum ve deri yoluyla) olarak toplam 2500 mL kadardır. Böbreklerle 1500 mL, solunum ve deri yoluyla 600-900 mL, gaita ile 100 mL sıvı kaybı gerçekleşir. Metabolizma sonucunda oluşan asidik ve hidrojen ürünlerin atılması için gerekli olan minimal idrar volümü 500-800 mL'dir
Hücredışı ve içi sıvı volümlerinde belirgin değişmeye neden olabilen bazı faktörler, sıvı alımı, dehidratasyon, değişik içerikli solüsyonların intravenöz infüzyonu, gastrointestinal yoldan çok miktarda sıvı kaybı ve terle ya da böbrek yolu ile anormal miktarda sıvı kayıplarıdır.
Hücreiçi ve dışı volüm değişikliklerinin anlaşılabilmesi ve başlanması gereken etkin tedavinin seçilebilmesi için şu ana prensipler akılda tutulmalıdır:
1. Su, hücre zarlarından çabuk geçtiği için; bir kompartmandaki değişiklikten birkaç dakika sonra hücreiçi ve dışı sıvılarının ozmolaritesi hemen tamamen eşitlenir.
2. Hücre zarı birçok maddeye karşı hemen hiç geçirgen olmadığı için; hücredışı ve hücreiçi sıvılarındaki ozmol sayısı, hücredışı kompartmana solut ilavesi ya da bu kompartmandan solut kaybı olmadıkça sabit kalır.
Sıvı dengesi kontrolü
Plazma ozmolaritesinin kontrolü, hi-potalamustaki ozmoreseptörler tarafından sağlanır. Plazma ozmolaritesinin artması bu ozmoreseptörleri uyararak antidiüretik hormon (ADH) salınımına yol açarken, kan volümünün %5-10 oranında azalması ve kan basıncının düşmesi ile karotid baroreseptörler ve atriyumdaki gerilme reseptörleri uyarı-larak ADH sekresyonunu uyarabilirler. Ağrı, stres ve hipoksi de ADH salınımına yol açar. Kan basıncındaki düşme aynı zamanda böbreklerden renin ve an-jiotensin II salınımına yol açarak hipo-talamustaki susuzluk merkezini uyarır. Susama, hiperozmolarite ve hipematre-miye karşı ana savunma mekanizması olmakla birlikte sadece bilinci açık ol gularda etkindir.
18 Temmuz 2010 Pazar
İntraselluler Sivi
İntrasellüler (Hücreiçi) Sıvı
Vücut ağırlığının %40'ını, vücut sıvısının ise 2/3'nü oluşturur. Başlıca katyonları; potasyum (K+) ve magnezyum (Mg++), anyonları; fosfat (P04) ve proteinlerdir. Çok az Na+ ve bikarbonat (HC03)içerir. Hücre zarı içindeki sıvının volüm ve bileşimini sabit tutmaya çalışır. Membrandaki adenozin tri-fosfat (ATP)'a bağımlı iyon pompaları ile Na+ dışarı atılmaya K++ içerde tutulmaya çalışılır. Bu pompalar 3 Na+ artarken, 2 K+ tutar. Tiöylece hücre içi hiperozmolar olmaktan korunur. İskemi ve hipokside ATP bağımlı Na-K pompasının çalışmaması ile hücre şişmesi görülür.
Ekstrasellüler (Hücredışı) Sıvı
Vücut ağırlığının %20'sini, vücut suyunun 1/3'ini oluşturur. Başlıca katyonu Na+, anyonları CT ve HCOVdır, Çok az kalsiyum (Ca++), K+, Mg++ içerir (Tablo 1). Vücut ağırlığının %15'ini oluşturan interstisyel sıvı (hücreler arası) ile yine %5'ini oluşturan intravasküler sıvı (plazma) olmak üzere başlıca iki alt bölümü vardır. İnterstisyel sıvı da, fonksiyonel (%30-hücreler ve kapiller mem-branlar arasındaki) ve nonfonksiyonel (%10-serebrospinal sıvı, bağ dokusu sıvısı ve eklem içi sıvılar) olarak iki bölümdür.
Vücut ağırlığının %40'ını, vücut sıvısının ise 2/3'nü oluşturur. Başlıca katyonları; potasyum (K+) ve magnezyum (Mg++), anyonları; fosfat (P04) ve proteinlerdir. Çok az Na+ ve bikarbonat (HC03)içerir. Hücre zarı içindeki sıvının volüm ve bileşimini sabit tutmaya çalışır. Membrandaki adenozin tri-fosfat (ATP)'a bağımlı iyon pompaları ile Na+ dışarı atılmaya K++ içerde tutulmaya çalışılır. Bu pompalar 3 Na+ artarken, 2 K+ tutar. Tiöylece hücre içi hiperozmolar olmaktan korunur. İskemi ve hipokside ATP bağımlı Na-K pompasının çalışmaması ile hücre şişmesi görülür.
Ekstrasellüler (Hücredışı) Sıvı
Vücut ağırlığının %20'sini, vücut suyunun 1/3'ini oluşturur. Başlıca katyonu Na+, anyonları CT ve HCOVdır, Çok az kalsiyum (Ca++), K+, Mg++ içerir (Tablo 1). Vücut ağırlığının %15'ini oluşturan interstisyel sıvı (hücreler arası) ile yine %5'ini oluşturan intravasküler sıvı (plazma) olmak üzere başlıca iki alt bölümü vardır. İnterstisyel sıvı da, fonksiyonel (%30-hücreler ve kapiller mem-branlar arasındaki) ve nonfonksiyonel (%10-serebrospinal sıvı, bağ dokusu sıvısı ve eklem içi sıvılar) olarak iki bölümdür.
Anestezi Nasil Yapilir
Anestezi Nasıl Yapılır
Genel Anestezinin Evreleri ve Klinik Bulguları
Genel anestezinin güvenli bir şekilde uygulanması ve cerrahi girişim için uygun koşulların oluşturulabilmesi için yeterli anestezi derinliğinin sağlanması şarttır. Anestezi derinliği, uygulama süresince klinik belirtilerin ve cerrahi uyarının neden olduğu yanıtların yakından gözlenmesi ile değerlendirilir. Bu nedenle anestezistin anestezi derinliği ile ilgili belirtiler, bunları değerlendirme yöntemleri ve anestezik ilaçların etkinliği konusunda yeterli bilgiye sahip olması gerekir.
Anestezi derinliği ilk kez Plombey ve Snow tarafından tanımlanmış olmakla birlikte, Guedel 1937'de eter anestezisi sırasında gözlenen değişikliklere göre genel anestezi evrelerini geniş kapsamlı bir şekilde 4 evrede tanımlamıştır. Anestezi Ppt
1. Amnezi ve Analjezi Evresi
Anestezi indüksiyonu ile başlar ve bilinç kaybına kadar sürer. İstemli hareketler yavaşlar. Pupiller hafif dilate olur. Kan basıncı ve kalp atım hızında artış gözlenir. Amnezi ve analjezi gelişir.
2. Deliryum Evresi
Büinç ve istemli reaksiyonlar kaybolur. Çevreden gelecek hoş olmayan uyarılar nedeniyle eksitasyon ve istemsiz reaksiyonlar gözlenebilir. Kas tonu-su artışı, solunum düzensizliği, pupil dilatasyonu, hipertansiyon ve taşikardi hatta soluk tutma, laringospazm, kusma, istemsiz hareketler ve aritmi görülebilir. Göz küreleri deviye olur.
3. Cerrahi Anestezi Evresi
Bu evrenin başında solunum düzenli hale gelir. Göz küresi santrale döner ve pupiller küçülür. Anestezinin derinliği arttıkça koruyucu refleksler baskılanır, tüm kaslarda paralizi oluşur. Bu evre solunum durumu, dolaşım bulguları, bazı refleksler, pupil ve göz kürelerinin durumuna göre 4 basamağa ayrılır. Solunumun durması, pupillerin dilate ve ışığa reaksiyonsuz hale gelmesi ile bu evre sonlanır
4. Medüller Depresyon Evresi
Solunum durur. Kaslar gevşek, pupiller iyice dilatedir. Refleks aktivite tamamen kaybolmuştur. Kardiyovaskü-ler kollaps gelişir. Aşırı dozaj sonucu gözlenir.
Tek bir inhalasyon anesteziğinin kullanımı ile oluşan bu belirtiler anestezi derinliğini değerlendirmeyi oldukça kolaylaştırmaktadır. Ancak zaman içerisinde potent inhalasyon anestezikleri, opioidler, intravenöz anestezikler ve kas gevşeticilerin kullanıma girmesi, anestezi derinliğinin değerlendirilmesini zorlaştırmıştır. Adı geçen evrelere ait özellikler modern anesteziklerle kısmen gözlenmekte, aynı düzen ve derinlikte izlenmemektedir. Günümüzde pratik önemini yitirmiş olsa bile Guedel'in tanımladığı bu evrelendirmenin bilinmesi, hastaların uyanıklık durumundan anesteziye geçişini tanımlamada yarar sağlar.
Anestezi yeterli derinliğe ulaştığında zararlı uyaranların (örn; cerrahi uyarı) yol açacağı refleks yanıtları ve klinik bulguları baskılar. (Anestezi Tez)
Uygulama sırasında anestezinin yü-zeyel veya fazla derin olmasından kaçınılmalıdır. Yüzeyel anestezi somatik ve otonomik refleksleri yeteri kadar baskı-layamadığı için zararlı olabilmektedir. Özellikle kardiyak hasta gibi rezervleri sınırlı hastalarda tehlikeli durumlara yol açacaktır. Fazla derin anestezi ise yaşamsal fonksiyonları deprese ettiğinden koma ve ölüme neden olabilmektedir. Günümüzde daha çok kirpik ve kornea refleksleri, pupil büyüklüğü ve ışığa reaksiyonu, göz kürelerinin hareketi, göz yaşarması, kan basıncı, nabız, solunum sayısı, derinliği, düzeni, cilt insizyonu-na kardiyovasküer ve solunumsal yanıt, terleme, iskelet kası tonusu, yutkunma, trakeal çekilme, diyagrafmatik solunumun durumu, akciğerlerin esnekliği gibi klinik belirtiler değerlendirilerek anestezi derinliğine karar verilmektedir. Burada en önemli ölçüt cerrahi kesinin bu belirtilerde yol açtığı değişikliklerdir.
Bahsedilen klinik değerlendirmenin yanısıra günlük uygulamada henüz yaygınlaşmamış daha ileri izlem yöntemleri de vardır. Bunlardan bazıları,
Elektroensefalografı
Bispektral indeks
Uyarılmış potansiyel teknikleri
Alt özofageal kontraktilitedir.
Genel Anestezinin Evreleri ve Klinik Bulguları
Genel anestezinin güvenli bir şekilde uygulanması ve cerrahi girişim için uygun koşulların oluşturulabilmesi için yeterli anestezi derinliğinin sağlanması şarttır. Anestezi derinliği, uygulama süresince klinik belirtilerin ve cerrahi uyarının neden olduğu yanıtların yakından gözlenmesi ile değerlendirilir. Bu nedenle anestezistin anestezi derinliği ile ilgili belirtiler, bunları değerlendirme yöntemleri ve anestezik ilaçların etkinliği konusunda yeterli bilgiye sahip olması gerekir.
Anestezi derinliği ilk kez Plombey ve Snow tarafından tanımlanmış olmakla birlikte, Guedel 1937'de eter anestezisi sırasında gözlenen değişikliklere göre genel anestezi evrelerini geniş kapsamlı bir şekilde 4 evrede tanımlamıştır. Anestezi Ppt
1. Amnezi ve Analjezi Evresi
Anestezi indüksiyonu ile başlar ve bilinç kaybına kadar sürer. İstemli hareketler yavaşlar. Pupiller hafif dilate olur. Kan basıncı ve kalp atım hızında artış gözlenir. Amnezi ve analjezi gelişir.
2. Deliryum Evresi
Büinç ve istemli reaksiyonlar kaybolur. Çevreden gelecek hoş olmayan uyarılar nedeniyle eksitasyon ve istemsiz reaksiyonlar gözlenebilir. Kas tonu-su artışı, solunum düzensizliği, pupil dilatasyonu, hipertansiyon ve taşikardi hatta soluk tutma, laringospazm, kusma, istemsiz hareketler ve aritmi görülebilir. Göz küreleri deviye olur.
3. Cerrahi Anestezi Evresi
Bu evrenin başında solunum düzenli hale gelir. Göz küresi santrale döner ve pupiller küçülür. Anestezinin derinliği arttıkça koruyucu refleksler baskılanır, tüm kaslarda paralizi oluşur. Bu evre solunum durumu, dolaşım bulguları, bazı refleksler, pupil ve göz kürelerinin durumuna göre 4 basamağa ayrılır. Solunumun durması, pupillerin dilate ve ışığa reaksiyonsuz hale gelmesi ile bu evre sonlanır
4. Medüller Depresyon Evresi
Solunum durur. Kaslar gevşek, pupiller iyice dilatedir. Refleks aktivite tamamen kaybolmuştur. Kardiyovaskü-ler kollaps gelişir. Aşırı dozaj sonucu gözlenir.
Tek bir inhalasyon anesteziğinin kullanımı ile oluşan bu belirtiler anestezi derinliğini değerlendirmeyi oldukça kolaylaştırmaktadır. Ancak zaman içerisinde potent inhalasyon anestezikleri, opioidler, intravenöz anestezikler ve kas gevşeticilerin kullanıma girmesi, anestezi derinliğinin değerlendirilmesini zorlaştırmıştır. Adı geçen evrelere ait özellikler modern anesteziklerle kısmen gözlenmekte, aynı düzen ve derinlikte izlenmemektedir. Günümüzde pratik önemini yitirmiş olsa bile Guedel'in tanımladığı bu evrelendirmenin bilinmesi, hastaların uyanıklık durumundan anesteziye geçişini tanımlamada yarar sağlar.
Anestezi yeterli derinliğe ulaştığında zararlı uyaranların (örn; cerrahi uyarı) yol açacağı refleks yanıtları ve klinik bulguları baskılar. (Anestezi Tez)
Uygulama sırasında anestezinin yü-zeyel veya fazla derin olmasından kaçınılmalıdır. Yüzeyel anestezi somatik ve otonomik refleksleri yeteri kadar baskı-layamadığı için zararlı olabilmektedir. Özellikle kardiyak hasta gibi rezervleri sınırlı hastalarda tehlikeli durumlara yol açacaktır. Fazla derin anestezi ise yaşamsal fonksiyonları deprese ettiğinden koma ve ölüme neden olabilmektedir. Günümüzde daha çok kirpik ve kornea refleksleri, pupil büyüklüğü ve ışığa reaksiyonu, göz kürelerinin hareketi, göz yaşarması, kan basıncı, nabız, solunum sayısı, derinliği, düzeni, cilt insizyonu-na kardiyovasküer ve solunumsal yanıt, terleme, iskelet kası tonusu, yutkunma, trakeal çekilme, diyagrafmatik solunumun durumu, akciğerlerin esnekliği gibi klinik belirtiler değerlendirilerek anestezi derinliğine karar verilmektedir. Burada en önemli ölçüt cerrahi kesinin bu belirtilerde yol açtığı değişikliklerdir.
Bahsedilen klinik değerlendirmenin yanısıra günlük uygulamada henüz yaygınlaşmamış daha ileri izlem yöntemleri de vardır. Bunlardan bazıları,
Elektroensefalografı
Bispektral indeks
Uyarılmış potansiyel teknikleri
Alt özofageal kontraktilitedir.
Agri Fizyolojisi Temel Bilgiler
AĞRI FİZYOLOJİSİ, TEDAVİ İLKELERİ
AĞRI TERİMLERİNİN TANIMLARI
Ağrılı uyaran: Vücuda gerçek veya olası zarar verebilecek uyarı.
Ağrı eşiği: Kişinin tanımlayabileceği en hafif ağrı düzeyi.
Ağrı tolerans eşiği: Kişinin tolere edebileceği en şiddetli ağrı düzeyi.
Allodini: Normalde ağrı oluşturmayan hafif dokunma gibi bir uyarı ile ağrı oluşması.
Analjezi: Ağrı olmaması, genelde ağrı giderilmesi anlamında kullanılır.
Anestezi: Bütün sensoriyel duyuların olmaması.
Anestezia doloroza: Anestezik bir bölgede ağrı olması.
Artralji: Eklem ağrısı
Bağımlılık: Bir ilacı kullananın fiziksel, psikolojik ve/veya sosyal dis-fonksiyonu ve bu disfonksiyona rağmen zorunlu kullanımı ile karakterize bozukluk.
Breakthrough ağrı: Uzun etkili ilaçlarla oluşturulmuş analjeziyi delip geçen ağrı.
Deaferentasyon ağrısı: Santral sinir sistemine (SSS) duyusal inputun kaybına bağlı ağrı. Periferden (periferik sinir avülsiyonu gibi) veya santral sinir sisteminden (spinal kord lezyonları, multipl skleroz gibi) kaynaklanabilir. Deaferentasyon ağrısı, periferik veya santral sinir sistemindeki lezyonlara bağlı olarak somatosensoryel uyaranların SSS'e iletiminin kesilmesine bağlı olarak ortaya çıkar. Brakial pleksus avülsiyonu, post-herpetik nevralji, trav-matik parapleji, fantom ağrısı, aneste-ziya doloroza, talamik sendrom, refleks sempatik distrofı (RSD) ve kozalji (CRPS). Deaferentasyon ağrıları her lezyon sonrası gözlenmez (%20-67), lezyondan bir süre sonra ortaya çıkar, dizestezik ve yanıcıdır ve duyusal kaybın olduğu bölgededir.
Dizestezi: Spontan veya uyarılmış hoş olmayan anormal duyu.
Fantom ağrısı: Ampute edilmiş ekstremitenin tümüne veya bir bölgesine yansıyan ağrı.
Fibromyalji: Vücutta kaslar içinde önceden bilinen duyarlı noktalar ile karakterize difüz ağrı sendromu.
Fiziksel bağımlılık: Ani ilaç kesilmesine bağlı çekilme sendromu. Hem bağımlılık yapan hem de yapmayan ilaçlarla (opioidler, lokal anestezikler, klonidin) görülür.
Hiperaljezi: Normalde ağrılı olan bir uyarana yanıtın artması.
Hiperestezi: Uyaranlara karşı duyarlığın artması.
Hiperpati: Uyarana özellikle tekrarlayan uyaranlara karşı reaksiyonun ve eşiğin artışı ile karakterize ağrılı sendrom.
Hipoaljezi: Ağrılı uyarana duyarlığın azalması.
Hipoestezi: Uyarana duyarlığın azalması.
Izdırap çekme: Kişinin bütünlüğünü tehdit eden ileri derecede stres durumu. Ağrı ile birlikte olabilir veya olmayabilir.
Kompleks Rejyonal Ağrı Sendro-mu (CRPS): Yaralanmayı takiben ortaya çıkan, bölgesel olan, distal predomi-nans gösteren bir dizi anormal bulgu. Hastalık, başlatan olayın beklenen klinik seyrini gerek büyüklük ve gerekse süre olarak aşar, motor fonksiyonu ileri derecede bozabilir ve değişken bir tablo oluşturur.
Kompleks Rejyonal Ağrı Sendro-mu Tip I(CRPS Tip I)= RSD: Kompleks Rejyonal Ağrı Sendromu: Başlatan bir olay vardır. Spontan ağrı ve allo-dini/hiperaljezi görülür. Tek bir perife-rik sinir sahasına sınırlı olmayıp, başlatan olay ile oranlı değildir. Ödem, cilt kan akımında ve sudomotor aktivitede anormallikler vardır.
Kompleks Rejyonal Ağrı Sendromu Tip II (CRPS Tip II)=Kozalji: Sinir yaralanması sonucu oluşan bir send-romdur. Spontan ağrı ve allodini/hipera-ljezi oluşur ve yaralanan sinir bölgesi ile kısıtlı olması gerekmez. Başlatan olaydan sonra ağrı bölgesinde ödem, cilt kan akımı ve sudomotor aktivitede anormallik vardır veya olmuştur.
Santral ağrı: Santral sinir sisteminde primer bir lezyon veya disfonksiyo-nun neden olduğu, genellikle ısıya ve ağrılı uyarana karşı anormal duyu ve ağrı.
Kronik ağrı: Akut bir hastalık ya da yaralanmanın iyileşme süresini aşan ağrı ve devamlı ağrıya neden olan kronik patolojik durum, aralıklı olarak (aylar ve yıllar) tekrarlar. Bazı araştırıcılara göre ağrının kronik olarak tanımlanması için 6 ay veya daha fazla sürmesi gerekir.
NMDA (N-metil-D-aspartat): Kendi reseptörü olan önemli bir nörotrans-mitter. Wind-up fenomeni, santral sen-sitizasyon ve opioid bağımlılığı ile ilgilidir.
Nörit: Bir sinir veya sinirlerin infla-masyonu.
Nöropati: Bir sinirde fonksiyon bozukluğu veya patolojik değişiklik. Tek bir sinirde olursa mononöropati, birkaç sinirde olursa mononöropati multipleks, bilateral veya simetrik olursa polinöro-pati ismini alır.
Nörojenik ağrı: Periferik veya santral sinir sisteminde primer bir lezyon, disfonksiyon veya geçici bir bozukluğun başlattığı veya neden olduğu ağrı.
Nöropatik ağrı: Santral sinir sisteminde primer bir lezyon veya disfonksi-yonun başlattığı veya neden olduğu ağrı. Diabetik nöropati, disk hemiasyonu gibi. Nöropatik ağrılar, paroksismal, kısa süreli, batıcı, saplanıcı karakterde olabilirler. Normalde ağrılı olmayan uyarılar ağrıya yol açabilirler. Ağrı, o anda doku yaralanması oluşturan patoloji olmamasına rağmen mevcuttur. Birlikte, yanma, elektrik çarpması gibi hoş olmayan (dizestezik) duyular vardır.
Nosebo: Plasebonun bulantı ve ağrıda artış gibi istenmeyen etkileri.
Nosiseptör: Ağrılı vefa uzadığında ağrılı olabilecek bir uyarana duyarlı reseptör.
Nosiseptif ağrı: Fizyopatolojik o-layların nosiseptörleri uyarmasına bağlı olarak ortaya çıkan ağrılardır. Somatik ve viseral ağrılar nosiseptif ağrılardır.
Opiat: Opioid ilaç
Opioid: Endojen opioid reseptörlerinde aktif madde. Opiat ilaçları ve endojen opioidleri (endorfın ve enkefalin gibi) içerir.
Parestezi: Spontan veya uyarılmış anormal duyu.
Preemptif analjezi: Başlangıçtaki ve sonraki ağrılı yanıtları modifiye etmeyi amaçlayan, ağrılı uyarandan önce veya ağrılı uyaran sırasında uygulanan analjezik tedavi.
Radiküler ağrı: Bir spinal sinirin veya köklerinin nosiseptif afferent liflerinin ektopik aktivasyonunun neden olduğu ekstremite veya göğüs duvarı ağrısı.
Sempatik ağrı: Primer hastalık geçtikten haftalar, aylar sonra başlar. Şiddeti giderek artar. Deri hassas ve soğuktur, soğuk ortamda artar, yanma tarzındadır, distrofık bozukluklar vardır. Damar kökenli ağrılar ve kozaljiler bunlara örnek oluştururlar.
Somatik ağrı: Yunancada vücut anlamına gelen somatik kelimesi, vücudun bütün dokularından gelen somato-senseriyel uyarıları içermekle birlikte, somatik ağrı, organlar dışında cilt, kas ve eklemleri de içeren bütün vücut bölgelerinde oluşan ağrı anlamında kullanılır. Ani başlar, keskin ve iyi lokalize edilebilen bir ağrıdır. Batma, sızlama ve zonklama tarzındadır. Sinir köklerinin yayılım bölgesinde veya periferik sinirler boyunca algılanır. Travma, kırık, dislokasyon gibi nedenlerle olabilir.
Tolerans: Sabit dozda bir ilaç giderek azalan bir etki gösterdiğinde oluşur, dolayısıyla stabil bir etki elde etmek için dozu arttırmak gerekir. Özellikle opioidlerle görülür.
Psikosomatik ağrılar: Psişik ve psikososyal sorunların arttırdığı veya bu şekilde ifade edildiği ağrılardır. So-matizasyon ve hipokondriazis psikosomatik ağrılara örnektir.
Reaktif ağrı: Motor veya sempatik efferentlerin refleks aktivasyonu sonucu nosiseptörlerin uyarılmasına bağlı olarak ortaya çıkar. Myofasiyal ağrılar ve RSD buna bir örnektir. Myofasiyal ağrılar: sürekli, kunt, derin ve sızlayıcı ağrılardır. Üzerine basıldığında duyarlı trigger noktalar bulunur ve bu bası ile ağrının yansıdığı görülür. Trigger nokta inaktivasyonu ile ağrı kesilir.
Viseral ağrı: Kunt, iyi lokalize edilemeyen, genellikle yayılan bir ağrıdır. Birlikte sıklıkla bulantı ve kusma olabilir.
Yansıyan ağrı: Ağrının gerçek kaynağının lokalizasyonundan topografik olarak uzak bir vücut bölgesinde görülen ağrı.
Wind-up: Tekrarlayan yüksek frekanslı (C-lifi) stimülasyonu ve NMDA aktivasyonu ile ağrı sinyallerinin kısa süreli potensiyalizasyonu.
AĞRI TERİMLERİNİN TANIMLARI
Ağrılı uyaran: Vücuda gerçek veya olası zarar verebilecek uyarı.
Ağrı eşiği: Kişinin tanımlayabileceği en hafif ağrı düzeyi.
Ağrı tolerans eşiği: Kişinin tolere edebileceği en şiddetli ağrı düzeyi.
Allodini: Normalde ağrı oluşturmayan hafif dokunma gibi bir uyarı ile ağrı oluşması.
Analjezi: Ağrı olmaması, genelde ağrı giderilmesi anlamında kullanılır.
Anestezi: Bütün sensoriyel duyuların olmaması.
Anestezia doloroza: Anestezik bir bölgede ağrı olması.
Artralji: Eklem ağrısı
Bağımlılık: Bir ilacı kullananın fiziksel, psikolojik ve/veya sosyal dis-fonksiyonu ve bu disfonksiyona rağmen zorunlu kullanımı ile karakterize bozukluk.
Breakthrough ağrı: Uzun etkili ilaçlarla oluşturulmuş analjeziyi delip geçen ağrı.
Deaferentasyon ağrısı: Santral sinir sistemine (SSS) duyusal inputun kaybına bağlı ağrı. Periferden (periferik sinir avülsiyonu gibi) veya santral sinir sisteminden (spinal kord lezyonları, multipl skleroz gibi) kaynaklanabilir. Deaferentasyon ağrısı, periferik veya santral sinir sistemindeki lezyonlara bağlı olarak somatosensoryel uyaranların SSS'e iletiminin kesilmesine bağlı olarak ortaya çıkar. Brakial pleksus avülsiyonu, post-herpetik nevralji, trav-matik parapleji, fantom ağrısı, aneste-ziya doloroza, talamik sendrom, refleks sempatik distrofı (RSD) ve kozalji (CRPS). Deaferentasyon ağrıları her lezyon sonrası gözlenmez (%20-67), lezyondan bir süre sonra ortaya çıkar, dizestezik ve yanıcıdır ve duyusal kaybın olduğu bölgededir.
Dizestezi: Spontan veya uyarılmış hoş olmayan anormal duyu.
Fantom ağrısı: Ampute edilmiş ekstremitenin tümüne veya bir bölgesine yansıyan ağrı.
Fibromyalji: Vücutta kaslar içinde önceden bilinen duyarlı noktalar ile karakterize difüz ağrı sendromu.
Fiziksel bağımlılık: Ani ilaç kesilmesine bağlı çekilme sendromu. Hem bağımlılık yapan hem de yapmayan ilaçlarla (opioidler, lokal anestezikler, klonidin) görülür.
Hiperaljezi: Normalde ağrılı olan bir uyarana yanıtın artması.
Hiperestezi: Uyaranlara karşı duyarlığın artması.
Hiperpati: Uyarana özellikle tekrarlayan uyaranlara karşı reaksiyonun ve eşiğin artışı ile karakterize ağrılı sendrom.
Hipoaljezi: Ağrılı uyarana duyarlığın azalması.
Hipoestezi: Uyarana duyarlığın azalması.
Izdırap çekme: Kişinin bütünlüğünü tehdit eden ileri derecede stres durumu. Ağrı ile birlikte olabilir veya olmayabilir.
Kompleks Rejyonal Ağrı Sendro-mu (CRPS): Yaralanmayı takiben ortaya çıkan, bölgesel olan, distal predomi-nans gösteren bir dizi anormal bulgu. Hastalık, başlatan olayın beklenen klinik seyrini gerek büyüklük ve gerekse süre olarak aşar, motor fonksiyonu ileri derecede bozabilir ve değişken bir tablo oluşturur.
Kompleks Rejyonal Ağrı Sendro-mu Tip I(CRPS Tip I)= RSD: Kompleks Rejyonal Ağrı Sendromu: Başlatan bir olay vardır. Spontan ağrı ve allo-dini/hiperaljezi görülür. Tek bir perife-rik sinir sahasına sınırlı olmayıp, başlatan olay ile oranlı değildir. Ödem, cilt kan akımında ve sudomotor aktivitede anormallikler vardır.
Kompleks Rejyonal Ağrı Sendromu Tip II (CRPS Tip II)=Kozalji: Sinir yaralanması sonucu oluşan bir send-romdur. Spontan ağrı ve allodini/hipera-ljezi oluşur ve yaralanan sinir bölgesi ile kısıtlı olması gerekmez. Başlatan olaydan sonra ağrı bölgesinde ödem, cilt kan akımı ve sudomotor aktivitede anormallik vardır veya olmuştur.
Santral ağrı: Santral sinir sisteminde primer bir lezyon veya disfonksiyo-nun neden olduğu, genellikle ısıya ve ağrılı uyarana karşı anormal duyu ve ağrı.
Kronik ağrı: Akut bir hastalık ya da yaralanmanın iyileşme süresini aşan ağrı ve devamlı ağrıya neden olan kronik patolojik durum, aralıklı olarak (aylar ve yıllar) tekrarlar. Bazı araştırıcılara göre ağrının kronik olarak tanımlanması için 6 ay veya daha fazla sürmesi gerekir.
NMDA (N-metil-D-aspartat): Kendi reseptörü olan önemli bir nörotrans-mitter. Wind-up fenomeni, santral sen-sitizasyon ve opioid bağımlılığı ile ilgilidir.
Nörit: Bir sinir veya sinirlerin infla-masyonu.
Nöropati: Bir sinirde fonksiyon bozukluğu veya patolojik değişiklik. Tek bir sinirde olursa mononöropati, birkaç sinirde olursa mononöropati multipleks, bilateral veya simetrik olursa polinöro-pati ismini alır.
Nörojenik ağrı: Periferik veya santral sinir sisteminde primer bir lezyon, disfonksiyon veya geçici bir bozukluğun başlattığı veya neden olduğu ağrı.
Nöropatik ağrı: Santral sinir sisteminde primer bir lezyon veya disfonksi-yonun başlattığı veya neden olduğu ağrı. Diabetik nöropati, disk hemiasyonu gibi. Nöropatik ağrılar, paroksismal, kısa süreli, batıcı, saplanıcı karakterde olabilirler. Normalde ağrılı olmayan uyarılar ağrıya yol açabilirler. Ağrı, o anda doku yaralanması oluşturan patoloji olmamasına rağmen mevcuttur. Birlikte, yanma, elektrik çarpması gibi hoş olmayan (dizestezik) duyular vardır.
Nosebo: Plasebonun bulantı ve ağrıda artış gibi istenmeyen etkileri.
Nosiseptör: Ağrılı vefa uzadığında ağrılı olabilecek bir uyarana duyarlı reseptör.
Nosiseptif ağrı: Fizyopatolojik o-layların nosiseptörleri uyarmasına bağlı olarak ortaya çıkan ağrılardır. Somatik ve viseral ağrılar nosiseptif ağrılardır.
Opiat: Opioid ilaç
Opioid: Endojen opioid reseptörlerinde aktif madde. Opiat ilaçları ve endojen opioidleri (endorfın ve enkefalin gibi) içerir.
Parestezi: Spontan veya uyarılmış anormal duyu.
Preemptif analjezi: Başlangıçtaki ve sonraki ağrılı yanıtları modifiye etmeyi amaçlayan, ağrılı uyarandan önce veya ağrılı uyaran sırasında uygulanan analjezik tedavi.
Radiküler ağrı: Bir spinal sinirin veya köklerinin nosiseptif afferent liflerinin ektopik aktivasyonunun neden olduğu ekstremite veya göğüs duvarı ağrısı.
Sempatik ağrı: Primer hastalık geçtikten haftalar, aylar sonra başlar. Şiddeti giderek artar. Deri hassas ve soğuktur, soğuk ortamda artar, yanma tarzındadır, distrofık bozukluklar vardır. Damar kökenli ağrılar ve kozaljiler bunlara örnek oluştururlar.
Somatik ağrı: Yunancada vücut anlamına gelen somatik kelimesi, vücudun bütün dokularından gelen somato-senseriyel uyarıları içermekle birlikte, somatik ağrı, organlar dışında cilt, kas ve eklemleri de içeren bütün vücut bölgelerinde oluşan ağrı anlamında kullanılır. Ani başlar, keskin ve iyi lokalize edilebilen bir ağrıdır. Batma, sızlama ve zonklama tarzındadır. Sinir köklerinin yayılım bölgesinde veya periferik sinirler boyunca algılanır. Travma, kırık, dislokasyon gibi nedenlerle olabilir.
Tolerans: Sabit dozda bir ilaç giderek azalan bir etki gösterdiğinde oluşur, dolayısıyla stabil bir etki elde etmek için dozu arttırmak gerekir. Özellikle opioidlerle görülür.
Psikosomatik ağrılar: Psişik ve psikososyal sorunların arttırdığı veya bu şekilde ifade edildiği ağrılardır. So-matizasyon ve hipokondriazis psikosomatik ağrılara örnektir.
Reaktif ağrı: Motor veya sempatik efferentlerin refleks aktivasyonu sonucu nosiseptörlerin uyarılmasına bağlı olarak ortaya çıkar. Myofasiyal ağrılar ve RSD buna bir örnektir. Myofasiyal ağrılar: sürekli, kunt, derin ve sızlayıcı ağrılardır. Üzerine basıldığında duyarlı trigger noktalar bulunur ve bu bası ile ağrının yansıdığı görülür. Trigger nokta inaktivasyonu ile ağrı kesilir.
Viseral ağrı: Kunt, iyi lokalize edilemeyen, genellikle yayılan bir ağrıdır. Birlikte sıklıkla bulantı ve kusma olabilir.
Yansıyan ağrı: Ağrının gerçek kaynağının lokalizasyonundan topografik olarak uzak bir vücut bölgesinde görülen ağrı.
Wind-up: Tekrarlayan yüksek frekanslı (C-lifi) stimülasyonu ve NMDA aktivasyonu ile ağrı sinyallerinin kısa süreli potensiyalizasyonu.
17 Temmuz 2010 Cumartesi
Kortikosteroidler Hakkinda Bilgi
Kortikosteroidler
Geçmiş yıllarda kortikosteroidler, sepsisin erken dönemlerinde, kısa süreli (1-2 gün) ve yüksek dozda (30 mg/kg) kullanılmıştır. Ancak yüksek doz gluko-kortikoidlerin sağkalım oranını artır-madığı gösterilmiştir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda ise, sepsisin daha geç dönemlerinde, düşük dozda (100 mg, günde 3 kez) ve uzun süreli (5-10 gün) hidrokortizon kullanımının vazopressör ajan gereksinimini azalttığı ve mortaliteyi düşürdüğü bildirilmektedir.
Koagülasyonu Modüle Eden Ajanlar
Recombinant Human Activated Protein C (rhAPC) kullanımı sonucu, hem koagülasyon hem de inflamasyon üzerine olan kombine etki ile ağır sepsis olgularında mortalitenin %20 oranında azaldığı gösterilmiştir. Diğer koagülasyon sistem tedavilerinden antitrombin III kullanımının ise, sepsis olgularının sağkahmında düzelme sağlamadığı gösterilmiştir.
Sepsiste, kan şekerinin sıkı bir şekilde kontrol altında tutulmasının (80-110 mg/dl) ve ALI/ARDS olgularının düşük tidal volüm (7-8 ml/kg) ile ven-tile edilmelerinin mortaliteyi düşürdüğü gösterilmiştir.
Sepsis tedavisinde pentoksifilin, N-asetilsistein, siklooksijenaz inhibitörleri, granülosit koloni stimulan faktör (G-CSF), ketokonazol, büyüme hormon, selenyum, prostaglandin E,, ibuprofen, immunglobulinler gibi ajanlarla ve he-mofıltrasyon ile ilgili çalışmalar sürmektedir.
Sepsiste esas tedaviyi, yıllar süren çabalara rağmen hala destek tedavisi oluşturmaktadır. Tedavide temel ilkeler;
Enfeksiyon kaynağının kontrol altına alınması
Erken ve uygun antibiyotik tedavisine başlanması
Yeterli organ desteğinin sağlanması
olarak özetlenebilir. Sepsisin diğer destek tedavileri arasında beslenme, stres ülser profılaksisi ve derin ven trombo-zunun önlenmesi gibi yaklaşımların da büyük önemi vardır.
Geçmiş yıllarda kortikosteroidler, sepsisin erken dönemlerinde, kısa süreli (1-2 gün) ve yüksek dozda (30 mg/kg) kullanılmıştır. Ancak yüksek doz gluko-kortikoidlerin sağkalım oranını artır-madığı gösterilmiştir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda ise, sepsisin daha geç dönemlerinde, düşük dozda (100 mg, günde 3 kez) ve uzun süreli (5-10 gün) hidrokortizon kullanımının vazopressör ajan gereksinimini azalttığı ve mortaliteyi düşürdüğü bildirilmektedir.
Koagülasyonu Modüle Eden Ajanlar
Recombinant Human Activated Protein C (rhAPC) kullanımı sonucu, hem koagülasyon hem de inflamasyon üzerine olan kombine etki ile ağır sepsis olgularında mortalitenin %20 oranında azaldığı gösterilmiştir. Diğer koagülasyon sistem tedavilerinden antitrombin III kullanımının ise, sepsis olgularının sağkahmında düzelme sağlamadığı gösterilmiştir.
Sepsiste, kan şekerinin sıkı bir şekilde kontrol altında tutulmasının (80-110 mg/dl) ve ALI/ARDS olgularının düşük tidal volüm (7-8 ml/kg) ile ven-tile edilmelerinin mortaliteyi düşürdüğü gösterilmiştir.
Sepsis tedavisinde pentoksifilin, N-asetilsistein, siklooksijenaz inhibitörleri, granülosit koloni stimulan faktör (G-CSF), ketokonazol, büyüme hormon, selenyum, prostaglandin E,, ibuprofen, immunglobulinler gibi ajanlarla ve he-mofıltrasyon ile ilgili çalışmalar sürmektedir.
Sepsiste esas tedaviyi, yıllar süren çabalara rağmen hala destek tedavisi oluşturmaktadır. Tedavide temel ilkeler;
Enfeksiyon kaynağının kontrol altına alınması
Erken ve uygun antibiyotik tedavisine başlanması
Yeterli organ desteğinin sağlanması
olarak özetlenebilir. Sepsisin diğer destek tedavileri arasında beslenme, stres ülser profılaksisi ve derin ven trombo-zunun önlenmesi gibi yaklaşımların da büyük önemi vardır.
Massif Kan Transfuzyonu
Massif Kan Transfüzyonu
24 saat içinde alıcının toplam kan hacmini (erişkinde 5 L) aşan tam kan veya 20 Ü'den fazla eritrosit konsantresi transfüzyonu ya da alıcı kan volümünün %50'den fazlasının 3 saat içinde tamamlanması massif transfüzyon olarak tanımlanır. Bu durumda verilen kan, çoğu kez bekletilmiş banka kanı olduğu için bir takım komplikasyonlar gelişebilir.
Massif Kan Transfıizyonu Komplikasyonları
Dilüsyonel koagiilopati: l-6°C'de 24 saat depolanmış banka kanında fonksiyonel trombosit bulunmadığı için massif transfiizyon uygulanan hastalarda en sık görülen koagiilasyon bozukluğu dilüsyonel trombositopenidir. Faktör V ve VIII eksikliği daha nadirdir. Trombosit, faktör V ve Vllî'den fakir çok miktarda banka kanı hastanın varolan trombosit, faktör V ve VlII'ni dilüe eder.
Klinik durum ve hemostaz testlerine (PT, PTT, fibrinojen ve trombosit sayısı) göre plazma ve trombosit desteği yapılabilir. Ampirik olarak her 5 Ü transfiizyon için önerilen 2 Ü taze donmuş plazmanın ve 6 Ü trombosit konsantresinin klinik etkinliği gösterilememiştir.
Hipokalsemi ya da sitrat toksisi-tesi: Banka kanında antikoagülan madde içinde kullanılan sitrat başlıca karaciğerde metabolize edilir. Transfiizyon sırasında verilen sitratın metabolize edilemediği durumlarda (karaciğer bozukluğu, şok, hipotermi, yenidoğan) veya massif transfüzyon sırasında sitrat iyonize Ca++'u bağlayabilir. Şuuru açık hasta ağız çevresinde ve parmaklarda uyuşmadan şikayet edebilir. Plazma Ca++ düzeyi' normal erişkinlerde banka kanı 5 dk'da bir ünite verilmedikçe kar-diak depresyon oluşturacak düzeyde hipokalsemi gelişmez. Transfüzyonun yavaşlatılması genellikle problemi çözer. Karaciğer hastalığı olanlar veya hipotermi varlığında Ca++ verilmesi gerekebilir.
24 saat içinde alıcının toplam kan hacmini (erişkinde 5 L) aşan tam kan veya 20 Ü'den fazla eritrosit konsantresi transfüzyonu ya da alıcı kan volümünün %50'den fazlasının 3 saat içinde tamamlanması massif transfüzyon olarak tanımlanır. Bu durumda verilen kan, çoğu kez bekletilmiş banka kanı olduğu için bir takım komplikasyonlar gelişebilir.
Massif Kan Transfıizyonu Komplikasyonları
Dilüsyonel koagiilopati: l-6°C'de 24 saat depolanmış banka kanında fonksiyonel trombosit bulunmadığı için massif transfiizyon uygulanan hastalarda en sık görülen koagiilasyon bozukluğu dilüsyonel trombositopenidir. Faktör V ve VIII eksikliği daha nadirdir. Trombosit, faktör V ve Vllî'den fakir çok miktarda banka kanı hastanın varolan trombosit, faktör V ve VlII'ni dilüe eder.
Klinik durum ve hemostaz testlerine (PT, PTT, fibrinojen ve trombosit sayısı) göre plazma ve trombosit desteği yapılabilir. Ampirik olarak her 5 Ü transfiizyon için önerilen 2 Ü taze donmuş plazmanın ve 6 Ü trombosit konsantresinin klinik etkinliği gösterilememiştir.
Hipokalsemi ya da sitrat toksisi-tesi: Banka kanında antikoagülan madde içinde kullanılan sitrat başlıca karaciğerde metabolize edilir. Transfiizyon sırasında verilen sitratın metabolize edilemediği durumlarda (karaciğer bozukluğu, şok, hipotermi, yenidoğan) veya massif transfüzyon sırasında sitrat iyonize Ca++'u bağlayabilir. Şuuru açık hasta ağız çevresinde ve parmaklarda uyuşmadan şikayet edebilir. Plazma Ca++ düzeyi' normal erişkinlerde banka kanı 5 dk'da bir ünite verilmedikçe kar-diak depresyon oluşturacak düzeyde hipokalsemi gelişmez. Transfüzyonun yavaşlatılması genellikle problemi çözer. Karaciğer hastalığı olanlar veya hipotermi varlığında Ca++ verilmesi gerekebilir.
Genel Anestezinin Etki Mekanizmasi
Genel Anestezinin Etki Mekanizmaları
Anestezik ilaçların farmakolojik olarak spesifik yapıda olmayışı, etkilerinin SSS dışındaki organlarda da gözlenmesi, kesin agonist veya antagonistlerinin bulunmayışı temel mekanizmanın ortaya konmasını zorlaştırmaktadır. Mak-roskobik açıdan baktığımızda; bahsedilen etkilerin oluştuğu bölgelerin başlıca serebral korteks, beyin sapı (özellikle retiküler aktive edici sistem) ve medulla spinalis olduğu düşünülmektedir. Anestezik ilaçlar, özellikle inhalasyon anes-tezikleri etkilerini esas olarak nöronal membran üzerinde gösterirler. Hücresel ve moleküler düzeyde meydana gelen bu değişiklikler SSS'de nöronal transmisyonu etkilemektedir. Aksonal ve sinaptik alandaki bu değişikliklerin SSS'ndeki yoğun iletişim ağı yardımıyla kortekse kadar ulaştırıldığı bilinmektedir. Bu veriler sonucunda günümüzde anesteziklerin etki mekanizmaları ile ilgili araştırmalar artık mikroskopik düzeyde, özellikle sinaptik transmisyon ve intrasellüler değişiklikler üzerinde yoğunluk kazanmıştır.
Mikroskobik açıdan ele aldığımızda; anestezikler, sinaptik fonksiyonu etkileyerek nörotransmiter salınımını ve sinaptik kanallardaki iyon akımını değiştirmektedirler. Eksitatör (uyarıcı özellikteki) sinaptik transmisyonun bir bölümünü baskılamakta ve inhibitör (baskılayıcı özellikteki) sinaptik transmisyonun bir bölümünü uyarmaktadırlar. Ancak bu etkinin ortaya çıkışında presinaptik ve postsinaptik aktivitenin rolü henüz tam belirlenememiştir. Ayrıca hücreiçi bazı mekanizmalar (örn; intrasellüler kalsiyum gibi) da etkinin ortaya çıkışında rol oynamaktadır.
Moleküler açıdan baktığımızda; hücre membranındaki etkileşme ile ilgili iki önemli teori dikkati çekmektedir. Geçmiş yüzyılın başında Meyer ve Overton yağda erirliğin anestezik güç ile ilişkili olduğunu saptamışlar (Overton-Meyer kuralı) ve lipofılik anesteziklerin hücrelerin lipit membranlarını etkileyerek bu tabloyu oluşturduklarını savunmuşlardır.
Lipit Teorileri
Anesteziklerin, iki lipit tabakasından oluşan hücre membranında çözündüklerini ve membranda belli bir konsantrasyona ulaştıklarında anestezik etkiyi oluşturduklarını ifade eder. Daha sonraları bu teorinin modifıye edilmesi ile aşırı volüm teorisi ve kritik volüm hipotezi geliştirilmiştir. Membranın fizi-kokimyasal özelliğindeki değişiklikler, protein yapıları da indirekt olarak etkilemektedir. Ayrıca anestezik ilacın amfıpatik özelliğinin lipofılik özelliğinden daha etkin olduğu ve anestezik etkinin ortaya çıktığı yerde hem polar hem de nonpolar özelliğin bulunmasının gerekli olduğu savunulmuştur.
Protein Teorileri
Anestezikler iyon kanalları veya modülatör proteinler gibi proteinlere direkt olarak bağlanarak fonksiyonlarını olumsuz yönde etkileyebilirler. Bu durum nörotransmitere bağlanma veya yapısal değişikliğe uğrama yeteneğini değiştirir. Ayrıca yukarıda bahsedilen protein yapılarla indirekt etkileşimin de benzer sonuçlara neden olabileceği ileri sürülmektedir.
Anestezik maddenin hücre membranı özelliklerinde karmaşaya neden olduğu bilinmektedir (Membrane pertubati-on). Bu karmaşadan hem lipit hem de protein yapılar etkilenmektedir. Ancak eldeki bilgiler anestezik etkinin oluşmasında proteinlerin daha önemli bir moleküler hedef olduğunu düşündürmektedir.
Birçok komponenti ve geniş bir spektrumu olan genel anestezi, tek bir ilaçla oluşturulsa bile bu durumu tek bir farmakolojik etki ile tanımlamak olası değildir. Günümüzde karmaşık bir yapıya sahip anestezik etkinin, artık aynı moleküler bölgede değil, farklı bölgelerde oluştuğu (multipl etki yeri modeli) kesinlik kazanmıştır.
Anestezik ilaçların farmakolojik olarak spesifik yapıda olmayışı, etkilerinin SSS dışındaki organlarda da gözlenmesi, kesin agonist veya antagonistlerinin bulunmayışı temel mekanizmanın ortaya konmasını zorlaştırmaktadır. Mak-roskobik açıdan baktığımızda; bahsedilen etkilerin oluştuğu bölgelerin başlıca serebral korteks, beyin sapı (özellikle retiküler aktive edici sistem) ve medulla spinalis olduğu düşünülmektedir. Anestezik ilaçlar, özellikle inhalasyon anes-tezikleri etkilerini esas olarak nöronal membran üzerinde gösterirler. Hücresel ve moleküler düzeyde meydana gelen bu değişiklikler SSS'de nöronal transmisyonu etkilemektedir. Aksonal ve sinaptik alandaki bu değişikliklerin SSS'ndeki yoğun iletişim ağı yardımıyla kortekse kadar ulaştırıldığı bilinmektedir. Bu veriler sonucunda günümüzde anesteziklerin etki mekanizmaları ile ilgili araştırmalar artık mikroskopik düzeyde, özellikle sinaptik transmisyon ve intrasellüler değişiklikler üzerinde yoğunluk kazanmıştır.
Mikroskobik açıdan ele aldığımızda; anestezikler, sinaptik fonksiyonu etkileyerek nörotransmiter salınımını ve sinaptik kanallardaki iyon akımını değiştirmektedirler. Eksitatör (uyarıcı özellikteki) sinaptik transmisyonun bir bölümünü baskılamakta ve inhibitör (baskılayıcı özellikteki) sinaptik transmisyonun bir bölümünü uyarmaktadırlar. Ancak bu etkinin ortaya çıkışında presinaptik ve postsinaptik aktivitenin rolü henüz tam belirlenememiştir. Ayrıca hücreiçi bazı mekanizmalar (örn; intrasellüler kalsiyum gibi) da etkinin ortaya çıkışında rol oynamaktadır.
Moleküler açıdan baktığımızda; hücre membranındaki etkileşme ile ilgili iki önemli teori dikkati çekmektedir. Geçmiş yüzyılın başında Meyer ve Overton yağda erirliğin anestezik güç ile ilişkili olduğunu saptamışlar (Overton-Meyer kuralı) ve lipofılik anesteziklerin hücrelerin lipit membranlarını etkileyerek bu tabloyu oluşturduklarını savunmuşlardır.
Lipit Teorileri
Anesteziklerin, iki lipit tabakasından oluşan hücre membranında çözündüklerini ve membranda belli bir konsantrasyona ulaştıklarında anestezik etkiyi oluşturduklarını ifade eder. Daha sonraları bu teorinin modifıye edilmesi ile aşırı volüm teorisi ve kritik volüm hipotezi geliştirilmiştir. Membranın fizi-kokimyasal özelliğindeki değişiklikler, protein yapıları da indirekt olarak etkilemektedir. Ayrıca anestezik ilacın amfıpatik özelliğinin lipofılik özelliğinden daha etkin olduğu ve anestezik etkinin ortaya çıktığı yerde hem polar hem de nonpolar özelliğin bulunmasının gerekli olduğu savunulmuştur.
Protein Teorileri
Anestezikler iyon kanalları veya modülatör proteinler gibi proteinlere direkt olarak bağlanarak fonksiyonlarını olumsuz yönde etkileyebilirler. Bu durum nörotransmitere bağlanma veya yapısal değişikliğe uğrama yeteneğini değiştirir. Ayrıca yukarıda bahsedilen protein yapılarla indirekt etkileşimin de benzer sonuçlara neden olabileceği ileri sürülmektedir.
Anestezik maddenin hücre membranı özelliklerinde karmaşaya neden olduğu bilinmektedir (Membrane pertubati-on). Bu karmaşadan hem lipit hem de protein yapılar etkilenmektedir. Ancak eldeki bilgiler anestezik etkinin oluşmasında proteinlerin daha önemli bir moleküler hedef olduğunu düşündürmektedir.
Birçok komponenti ve geniş bir spektrumu olan genel anestezi, tek bir ilaçla oluşturulsa bile bu durumu tek bir farmakolojik etki ile tanımlamak olası değildir. Günümüzde karmaşık bir yapıya sahip anestezik etkinin, artık aynı moleküler bölgede değil, farklı bölgelerde oluştuğu (multipl etki yeri modeli) kesinlik kazanmıştır.
16 Temmuz 2010 Cuma
Vazopressor ve İnotropik Tedavi
Vazopressör ve İnotropik Tedavi
Sıvı tedavisi ile yeterli arteriyel basınç ve organ perfüzyonu sağlanamazsa, vazopressör tedaviye başlanmalıdır. Septik şokta, kan basıncı monitorizas-yonu için mutlaka invaziv yöntem seçilmeli, sürekli kan basıncı monitorizasyo-nu sağlayacak şekilde bir arteriyel kate-ter yerleştirilmelidir. Ortalama arter basıncı 60 mmHg'nın altına düştüğünde koroner, renal ve SSS damar yatağında otoregülasyon bozulur ve kan akımı azalır.
1. Dopamin
Norepinefrin ve epinefrinin doğal prekürsörüdür. 5 ug/kg/dk'nın altındaki dozlarda dopaminerjik reseptörleri stimüle ederek renal, mezenterik ve koroner yatakta vazodilatasyona neden olur. 5-10 j.g/kg/dk dozlarında adrener-jik etkisi dominanttır, kalp kontraktili-tesi ve kalp hızı artar. 10 ırg/kg/dk'nın üzerindeki dozlarda arteriyel vazokons-trüksiyon ve kan basıncında artış sağlar. Son çalışmalarda, dopaminin prolak-tin dahil çok sayıda hormonun salınımı-nı azaltarak septik şokta inflamatuar yanıtı azalttığı da gösterilmiştir.
2. Norepinefrin
Potent bir adrenerjik agonisttir. Sıvı resüsitasyonu ve dopamine dirençli hipotansiyonu olan hastalarda ortalama arter basıncını artırdığı bilinmektedir. Septik şok olgularında kalp indeksi veya organ fonksiyonlarında herhangi bir bozukluğa yol açmadan 0.001-3 ug/kg/dk dozlarda kan basıncını arttırır. Norepinefrin, son seçenek olarak değil erken kullanıldığında yararlıdır.
3. Epinefrin
Diğer vazopressörlere yanıt alınamayan septik şok olgularında kan basıncını artırmak amacıyla kullanılır. Ancak splanik kan akımını azaltıcı ve kan lak-tat konsantrasyonu üzerine olan olumsuz etkileri nedeniyle kullanımı sınırlıdır.
4. Vazopressin
Vazopressör destek tedavisine alternatif oluşturan bir ilaçtır. Yapılan çalışmalarda, septik şok olgularında diğer vazopressörlerin dozunun azaltılması veya kesilmesini sağlayacak şekilde kan basıncını yükselttiği gösterilmiştir.
III. İnotropik Tedavi
5. Dobutamin
Adrenerjik agonist olup a,, a2 adrenerjik reseptörleri stimüle eder. Septik şokta, 2-28 ug/kg/dk dozlarda kalp indeksini ve atım volümünü artırdığı bilinmektedir,
6. Dopeksamin
Bir dopamin anologudur. a2 adrenerjik ve dopamin 1 ve 2 reseptörlerini sti-müle eder. Kalp indeksi ve sol ventrikül atım iş indeksinde önemli bir düzelme sağlar.
7. Fosfodiesteraz inhibitörleri (Amrinon, milrinon)
Septik şok tedavisinde yerleri azdır. Adrenerjik ilaçlarla kombine kullanılır. Kalp hızı değişmeksizin kalp indeksi, sağ-sol ventrikül atım iş indeksini artırır.
8. Digoksin
Hipodinamik septik hastalarda kar-diyak performansı artırdığı bildirilmiştir.
Yeni Tedavi Yaklaşımları
Sıvı tedavisi ile yeterli arteriyel basınç ve organ perfüzyonu sağlanamazsa, vazopressör tedaviye başlanmalıdır. Septik şokta, kan basıncı monitorizas-yonu için mutlaka invaziv yöntem seçilmeli, sürekli kan basıncı monitorizasyo-nu sağlayacak şekilde bir arteriyel kate-ter yerleştirilmelidir. Ortalama arter basıncı 60 mmHg'nın altına düştüğünde koroner, renal ve SSS damar yatağında otoregülasyon bozulur ve kan akımı azalır.
1. Dopamin
Norepinefrin ve epinefrinin doğal prekürsörüdür. 5 ug/kg/dk'nın altındaki dozlarda dopaminerjik reseptörleri stimüle ederek renal, mezenterik ve koroner yatakta vazodilatasyona neden olur. 5-10 j.g/kg/dk dozlarında adrener-jik etkisi dominanttır, kalp kontraktili-tesi ve kalp hızı artar. 10 ırg/kg/dk'nın üzerindeki dozlarda arteriyel vazokons-trüksiyon ve kan basıncında artış sağlar. Son çalışmalarda, dopaminin prolak-tin dahil çok sayıda hormonun salınımı-nı azaltarak septik şokta inflamatuar yanıtı azalttığı da gösterilmiştir.
2. Norepinefrin
Potent bir adrenerjik agonisttir. Sıvı resüsitasyonu ve dopamine dirençli hipotansiyonu olan hastalarda ortalama arter basıncını artırdığı bilinmektedir. Septik şok olgularında kalp indeksi veya organ fonksiyonlarında herhangi bir bozukluğa yol açmadan 0.001-3 ug/kg/dk dozlarda kan basıncını arttırır. Norepinefrin, son seçenek olarak değil erken kullanıldığında yararlıdır.
3. Epinefrin
Diğer vazopressörlere yanıt alınamayan septik şok olgularında kan basıncını artırmak amacıyla kullanılır. Ancak splanik kan akımını azaltıcı ve kan lak-tat konsantrasyonu üzerine olan olumsuz etkileri nedeniyle kullanımı sınırlıdır.
4. Vazopressin
Vazopressör destek tedavisine alternatif oluşturan bir ilaçtır. Yapılan çalışmalarda, septik şok olgularında diğer vazopressörlerin dozunun azaltılması veya kesilmesini sağlayacak şekilde kan basıncını yükselttiği gösterilmiştir.
III. İnotropik Tedavi
5. Dobutamin
Adrenerjik agonist olup a,, a2 adrenerjik reseptörleri stimüle eder. Septik şokta, 2-28 ug/kg/dk dozlarda kalp indeksini ve atım volümünü artırdığı bilinmektedir,
6. Dopeksamin
Bir dopamin anologudur. a2 adrenerjik ve dopamin 1 ve 2 reseptörlerini sti-müle eder. Kalp indeksi ve sol ventrikül atım iş indeksinde önemli bir düzelme sağlar.
7. Fosfodiesteraz inhibitörleri (Amrinon, milrinon)
Septik şok tedavisinde yerleri azdır. Adrenerjik ilaçlarla kombine kullanılır. Kalp hızı değişmeksizin kalp indeksi, sağ-sol ventrikül atım iş indeksini artırır.
8. Digoksin
Hipodinamik septik hastalarda kar-diyak performansı artırdığı bildirilmiştir.
Yeni Tedavi Yaklaşımları
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)